Ægroto dum anima est, spes est. (Erasmus, Adages, 2.4.12)

26 Mart 2010 Cuma

zamanın yetim bıraktığı gecenin ritmi




saat dokuz'u on iki geçiyor...

acayip şekilde yorgunum ve yattığım kanepeden nasıl kalktığımı hatırlamıyorum. elimde yeni yaktığım sigarayla tek kişi yaşadığım dairemin kapısına doğru yöneliyorum, ağzımda sigara olduğu halde, ayakkabımın bağcıklarımı bağlamaya çalışıyorum. sigaranın dumanı burnuma doluyor, sigaraya değil yalnızlığıma küfrediyorum. yere düşen külü görmezden gelerek kapıyı açıyorum, anahtarımı alıyorum, hızla çekiyorum kapıyı, ses apartmanın boşluğunda yankılanıyor. yukarı çıkan yaşlı çiftin geçmesi için kenara çekiliyorum, sessiz bir selamlaşma oluyor, sonra hızla inilen merdivenler. arabama atlıyorum, trafiğin yoğun olmaması için dua edip, motoru çalıştırıyorum.

saat on'u sekiz geçiyor...

hayat bir şakadan farksız, gene sekiz dakika geç kaldım, umarım kızmaz diye içimden geçiriyorum. içeri girer girmez ispanyol ritimle çalan bir gitar karşılıyor beni, gözlerim onu araken, o benimkileri buluyor, öyle içten gülümsüyor ki. o tarafa doğru giderken garsona çarpıyorum, üzerime dökülen salçalı yemek bembeyaz gömleğimi kırmızıya boyuyor, hemen ayağa fırlıyor büşra'm, garsonu azarlıyor benim yerime. neyseki yanında ona bıraktığım gömleğim varmış, uyumsuz olsa da onu giyiyorum üzerime ve yemeğe nihayet başlıyoruz. aramızda ne olduğuna hala emin değiliz, o beni seviyor gibi, bense hala kendimi ona ısınamamış hissediyorum, ama o beni sahiplendiği için ben de onu sahiplendim. "bir acım var anlatsam ölümü göremezsin.." diyor bana, sevilmeyi bekliyor, haksız da değil ama susuyorum, yalan söylemem hayatî konularda. bozuluyor biraz, ama bana çaktırmayıp gülümsemeye devam ediyor, mutlak bir sessizlik ve birbirimizle yemeği tamamlayabiliyoruz.

saat on iki'ye on yedi var...

lokantadan anca çıkabildik, sahilde yürüyoruz, sürekli kendini anlatıyor, sıkılmıyorum aksine ilgiyle dinliyorum, daha el ele bile tutuşmamışken duyguları hissetmemiz ne tuhaf. ben zamanın yetim bıraktığı bir çocuğum... bir bunu bilmiyor sanırım. gözlerimi kocaman kocaman açıyorum, gülmeye başlıyor bana. acaba kötü birşey mi yaptım diye başımı önüme eğiyorum ve ilk bulduğum banka oturuyorum. çantasından çekirdek çıkarıyor, aynı annem gibi: sanki elleri çenesinden yavaş kalıyor çitlerken. gene gülümsemekten kendimi alamıyorum. ben gülünce o da gülüyor. üstümü düzeltmek için eğiliyorum, cebimden kendi çapımda yazdığım şiirler çıkıyor, hiçkimse için yazdığım şiirler... elinden almaya kalsamda beni engelliyor cüretkar bir hareketle, kolayca pes edip defterimi onun ellerine bırakıyorum.


saat bir'i otuz iki geçiyor...

neredeyse bütün şiirleri sesli okurken, yere düşen cam gibi birbir parçaya ayrıldığımı hissediyor olmalı, bilinçli olarak bunu yapıyor, ve beni daha savunmasız hala getirmeyi başarıyor. son sayfadaki dört satırı okumaması için yukarıya bakıyorum binbir duayla. ama o anın gelip çatmasını engelleyemiyorum:

"hala yaşıyorum,
ama kağıtlar benim yalnızlığımı perçinliyor,
sevemediğim kadınlar
rüyalarımda hesap soruyor..."

saat bir'i otuz sekiz geçiyor...

bir deftere bakıyor bir bana. en sonunda kafamı kaldırdığımda yemyeşil gözeri benimkilere kitleniyor, bakmaya devam ettikçe içimdeki sevgi açlığını doyuruyor. aklım kafamı yere indirmesini söylesede başaramıyorum, ona yakın olan elimi tutuyor, ay daha bir parlaklaşıyor sanki, dünyanın sonu bu olmalı diye düşünüyorum, ya da tam şu anda bir mucize olmalı, zaman durmalı... ama olmuyor, elleriyle zayıf ellimi kolayca kavrıyor ve yüzüme bakmaya devam ediyor, yüzümdeki acıları, gözlerimdeki bağlanma korkusunu yenmeye çalışıyor, ruhum oradan çıkmak için çırpınıyor ama nafile. en sonunda yenik düşüyorum. yemyeşil gözerimde gördüğüm sonsuzluğa dalıp gitmişken, gerimizden havlayan köpeğin sesini duymuyorum artık.

saat üç'ü yirmi dört geçiyor...

kafamı dizlerine dayamış şekilde gökyüzünü seyrediyorum, sanki etrafımızda bir balon var, dışardan hiçbir sesin giremediği. dağınık saçlarımı elleriyle tararken, kepekler gözlüklerime dökülüyor, gözlüğümü çantasından çıkardığı bir beze siliyor, çantada bir ben eksiğim sanki diye içimden geçiriyorum. tüm sıkıntılarım akıp giderken, gözlerim ona dönüyor, onunkiler sahile bakarken. istediğini elde etmiş, sevilmiş bir insanın huzuru var yüzünde, dikkatini çekmemek için kafamı eğiyorum önüme, en son bir kadın saçımı taradığında sekiz yaşımdaydım diye aklımdan geçiyor, yanımda olmayan, olamayan anneme bir fatiha yolluyorum. erkeklerin annelerine benzeyen kadınları aradıkları doğru, hatta ona en çok benzeyeni tercih ettikleri de doğru, ben canlı kanıtıyım bunun. kafamı yüzüne doğru çeviriyor elleriyle, ellerindeki sıcaklı yüzüme kanın hücum etmesini sağlıyor. ilk hediyesinin kapağını açmak üzere olan bir çocuğun gözleriyle bakıyorum ona.

saat beş'e yaklaşıyor...

gece yollar bomboş. evine geldiğimizde, kapısını açıyorum arabanın. arabadan iniyor, gözlerimiz kenetleniyor birbirine ve ellerimi ellerine alıyor ikinci kez. iyi geceler demesine gerek yok, anlıyorum onu. kapıya doğru yürürken arabama yaslnıyorum ve onu izliyorum. içeri girmeden önce bana bakıyor, bu sefer bakışlarımı indirmek istemiyorum. kapıyı kapatıyor, arabayı çalıştıryorum ama gitmek gelmiyor içimden, ışığın geldiği pencereye doğru bakıyorum motoru durduruken. defterimi açıyorum ve bir kaç satır daha karalıyorum:

sabah ezanı okunurken,
çamurdan yaratılmış insana
sevgidir şekli veren,
ben kendi kil ustamı buldum,
biraz yanmam lazım şimdi,
şekil almak için.
acılarıma ötenazi uyguladım anne bugün,
rüyasız uykulara bırakıyorum kendimi.."

saat sekiz'e iki var...

çalan telefonu açıyorum binbir güçlükle:

- kalk hadi işe geç kalacaksın...
- ...
- uyan artık, neredeyse 11 saattir yatıyorsun... ulaşamadım sana bir türlü..

kafamı önüme eğiyorum, soğuktan her tarafım uyuşmuş; hayatımın hiç bir parçasında mutlu bir sona yer yok.

0 yorum:

Yorum Gönder