Ægroto dum anima est, spes est. (Erasmus, Adages, 2.4.12)

23 Haziran 2011 Perşembe

babamı nasıl yendim?

6/23/2011 11:08:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments
mümkün olsa değişmemek ister insan. değişmek yerine ölmeyi tercih eder, zamanı durdurmayı dener. belki de zaman değişir, insan aynı kalır bilemeyiz. iki sene önceki haline bakar, kendine yabancı olmak üzer, en azından burar insanı. şekersiz çayın burduğu gibi, karanfilin ağzın içini uyuşturması gibi.

insan üyüdükçe kirlendiğinin farkındadır. kendisine eklediklerinin ona kötü yanlar da kazandıdığını bilir. parayla egosunu dizginler kimi. üzerindeki yükü atmak için uğraşır, didinir. hep aynı kalmak, aynaya baktığında değiştiğini görmemek ister.

erkek çocuk büyüdükçe babasının gölgesinde nefes alamaz hale gelir. ya kabullenecektir gölgede kalıp sıska olmayı, ya da köklerini de alıp gidecektir uzaklara bir yerlere. baba erkek çocuk için ağaçsa, evlat dibinde bulunan bir fidandır. oğullar babalarını yenerler ya da silikleşirler. devinim. otuz sene önce kazandığın savaşı kaybedersin sen de büyüdüğünde. hayat bu noktada adildir.

geri dönüşü olmayan yollara giderken tedirgin olursun. daha yolun başından geri döndüğün çoktur. dönenleri de görürsün, ayakların ileri giderken. kurduğu o yolda kendini görmekten korkar insan. en fazla kendine dönen kazanıyordur belki. sırrı öğrenenler iyi atlara binip gittiler.

mutlak galibiyet yok bu dünyada. herkesin mutlu olacağı bir son yazmak, herkesin mutlu olacağı bir dünya düşlemekten daha zordur. zaten gerçek denilen şey hayal gücünün sınırlandırılmış halidir.

21 Haziran 2011 Salı

bir başka kendi

6/21/2011 12:13:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic No comments
Bonitas non est pessimis esse meliorem.

dünya sevmemiz için var,
yüzüstü bıraktım dümenleri
fransızca bir ezgi sorguluyorum
kursağımdaki katranlar boşanır yaralarımdan.

yokum ya da gırtlağım bilinçaltımın oyunu
şehirlerin darağacında sallandırdığı taş binalar
önünde bir kaç tabure ve çay
duman üfler, hekim olurum bir yaz sabahı.

yaşam bir an, geçti ve haşrolunduk
mecazi gerçekleri tabelalarda
her gittiğim yer diğerinin aynı
aynı bezgin suratlar, elimde demir kokusu
otobüsler dolu, bebekler ağlak.

yanılıyorsun, mutlaka öğütler gelir
felsefesi açık değil hayatın
hepimiz sırlara sahip, 
tüm kelimeleri tutmuşlar.
işte bu yüzden bozuk ve kırığım, 
savaş istiyorum. sen yatağında uyurken
ben yollarda gece olur.

yüzündeki çizgilerden hayat yaptım anne
bana yetiş; sarıl ki duvarlarım gözükmesin.

17 Haziran 2011 Cuma

yarım putperest - 3

6/17/2011 12:05:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , No comments
"her şeye izin verilmiştir."

"zacariah?" dedi adam.

- benim. reza'dan haber var mı?
- mührünü göster.

genç adam sol omzunun üzerine dağlanan mührü gösterdi. iyice inceledikten sonra inandı.

- henüz yok. anlat.
- maveraünnehir'de aristo'dan bir risale tercüme edilmiş. ulaşamadım. yeni bir hastalık var, bağışıklık sitemini çökertiyor. iki yeni verem vakası var. yahudi bir genç bağdatta hekim okulundan ayrılmış. son derece yetenekli olduğu söylendi. buralardan geçmiş. gezici hekimlik yapmış bir süre. gazalinin bir risalesisine ulaştım.

- onu ver. neden burada oturuyoruz zacariah, biliyor musun?
- hayır.
- dikkatlice izle.

bağdaş kurmuş iki tane adam tepenin üzerinden olan biteni izlerken iki ordu karşı karşıye gelmişti. doğu tarafındaki ordu oldukça mütevazi bir görünümdeydi. batı tarafındaki ordu ise sultanın ordusuydu. şatafatlı komutanlar kollardan saldırmak için bekliyorlardı. avına saldırmak için havlayan köpekler gibi.

- sence kim kazanacak zacariah?
- sultanın ordusu. medreseden haber var mı?
- daha yenisin.

genç kendisine verilen cevaptan hoşlanmasa da sesini çıkarmadı. doğu tarafındaki ordudan bir elçileri çıktı. sağ ayağının üzerine basamıyordu, topallayarak iki ordunun tam ortasına yerleşti:

- teslim olur, kaleyi teslim edersiniz sizleri affedeceğiz.
- ... (sultanın ordusunda bir kaç gülüşme oldu, komutanlar arkalarını dönünce çabucak kesildi sesler.)
- teslim olun.

en ortadaki komutan öne çıkarak başını hayır anlamında salladı.

- kalel, mustafa öne çıkın!, diye gürledi topal elçi.

iki tane genç öne çıktılar.

- hemen kendinizi öldürün. cennetin kapıları size açılacak.

yüzleri ışıldayan gençler hiç bir tereddüt göstermeden ellerini silahlarının kabzalarına götürdüler ve karınlarına sapladılar. akan kan kumu kırmızıya boyarken, sultanın ordusunun ön tarafındakiler, gençlerin yüzündeki mutluluk ifadesi ve kan zıtlığını çözmeye çalışıyorlardı. bir iki adım geri çekilme oldu, sultanın elçisi donup kalmıştı. mütevazi ordu moral olarak öndeydi artık. elçi konuştu:

- sayıca fazla olabilirsiniz ama bunun gibi iki tane askeriniz yoktur.

sonucu belli olan bir savaşı izlemeye gerek yoktu. yerlerinden kalktılar ve yürüdüler. üç gün geçti. isfahan'a vardılar. adam iç geçirdi. büyük şehir sukunetini koruyordu. zacariah'ın kafası karışıktı. adam çubuğunu yaktı, su içti. savaş kaybedilmişti ama mütevazi ordu isfahana doğru gelmemişti. o yüzden şehirde bol bol gözyaşı ve rüzgar vardı.

"işlerin yolunda gitmesi gerek. o kitap gerek. sultanın korunması gerek. yolunda gitmesi gerek. bu akşam. yeşil sarık. gece zehir. sultan. koru."dalmıştı. tütünü değiştirip tekrar yaktı. zacariah çeviri risaleyi okuyordu.

- kalk.

zacariah kalktı. ne yapacağını biliyordu. giyisinin kolundaki ufak bıçağı biraz öne itti. hazırdı.

- yeşil sarıklı.

zacariah yeşil sarıklı adamı gözledi. normal şartlarda dikkat çekmezdi. sakince yürüyordu. sol eliyle cebindeki mektubu kontrol etti zacariah. yerindeydi. ilerledi. tütsü kokusu geliyordu. iyice yaklaştı. yeşil sarıklı arkasına döndüğünde çoktan bıçağı kolunda çıkarmış, sırtına saplamaya hazırlanıyordu ki döndüğü için adamın göğsüne saplandı. zacariah hemen adamın üzerine eğilip mektubu adamın koynuna koydu. öylece bekledi. adam izliyordu.

bağrış çağırışlardan dolayı askerlerden biri geldi. zacariah bir şeyler söyledi. asker diğer arkadaşlarından ayrıldı. bir çeyrek saat sonra sultanın kendisi maiyeti ile oradaydı.

- adın ne?
- zacariah efendim.
- neden öldürdün?
- sizi öldürecekti efendim. hekim kılığına girmişti.
- nereden biliyorsun?
- handa duydum efendim. bir mektuptan bahsediyordu.

sultanın bir göz işaretiyle adamın üstü arandı, mühür kırılıp zarf açıldı. sultanın suratı renk değiştirdi. sonra mektubu yaverlerinden birine uzattı.

- ne istiyorsun ödül olarak?
- hizmetinize girmeyi ve katiplik yapmayı efendim.
- tamam.

zacariah askerler ve maiyet ile oradan ayrıldı. her şey yolunda gitmişti. genelde daha zorlu olurdu bu tip işler. ama sultan ve ordusu o kadar karışık ve düzensizlerdi ki en beceriksiz casusları bile yakalayamıyorlardı. zacariah kısa bir an adamla göz göze geldi. ciddiydi. gerisin geri döndü ve vakur adımlarla sultanın arkasında yürümeye devam etti. sol omzunu ovuyordu. meydandaki herkes dağıldı. yeşil sarıklı adamın eşyaları satışa çıkarıldı. adam, ölünün üzerinde bulunan iki parşömeni ve minyatür kılıcı aldı. bir torbaya atıp sıkıca sardı.

parşömenleri dikkatlice inceledi. onun yazısıydı. içini ılıklık dalgası kapladı. hemen katladı parşömeni ve bir güvercin satın aldı.

14 Haziran 2011 Salı

yarım putperest - 2

6/14/2011 11:48:00 ÖS Posted by mistrafantastic , No comments
dudaklarındaki çatlağı güvercin yağıyla ovdu. kehribar rengi şişeyi çantasına koyarken etrafını kontrol etti. davul sesi geliyordu. doktor bozuntularından biri gelmiş olmalıydı. ayaklarını sürüyerek o tarafa yöneldi. yüzü görünmeyen kadının elinde gülümseyen bir çocuk vardı. kadının ayaklarının tabanları tozluydu, elinin biri açık. kadının eline bir parça ekmek, çocuğun koynuna ise madeni bir para koyarak yoluna devam etti.

gösterinin olduğu alana vardı. halk yavaşça toplanırken nalburun biri çırağına küfrederek çıktı. saniyeler içinde suratı değişti, yüzü gülümseyerek alandaki kadınlardan birine yanaştı. hemen hemen her kesimden insan toplanmaya başlamıştı alana. gittikçe ısınan havada insan ve ter kokusu dayanılmazdı.

sahneye çıkan çocuğu gördü. kısa bir an için göz göze geldiler, gözleri yeşil bir çocuktu, muhtemelen romalı diye düşündü. omuzları genişti. çenesinin hemen altında boynuna kadar uzanan sprial bir dövmesi vardı. dudakları ise göstericilere konuşurken ağzı sulanmasın diye tuzlanmıştı, yer yer kraterler ve yeni kapanmış yaralarla doluydu. ayaklarında kırbaç izleri ise nispeten yeni sayılırdı. henüz hokkabazlığı öğrenmiş bir çocuktu bu. çabuk öğrenmesi için ayak bilekleri kırbaçlanırdı bu çocukların. ufak bir torbadan yanakları parlayan bıçakları çıkardı, birbirine sürttü. bıçakların çıkardığı o kendine özgü sesle bir kaç kişinin kıpırdadığını hissetti. türk olmalıydılar. tekrar gözlerini çocuğa çevirdi.

sıkı sıkı tuttuğu kitabıyla, çantasına da dikkat ederek kurulmuş sahnede dekor olarak kullanılan kitapları da görebileceği bir yere geçti. bölgenin lordları, dulları, çocukları şimdiden başsız gürültüler çıkartıyordu.

sahneye çıkan doktor başıyla emir verdi çocuğa ve gösteri başladı.

"iyi dünler, iyi günler!"

bir yandan adam türlü palavralarla ilacını anlattı. sonra bölge yöneticisini övdü. soğuk bir gülümseme ile karşılık verdi yönetici ve hediye ilacı kabul etti. muhtemelen bal ile tad verilmiş, birkaç bitki ile de kokulandırılan içkiden başka bir şey değildi. tek iyi etkisi bağırsakları açması ve hücre yenilenmesiydi. kelliğe ve yaralara iyi gelmezdi, düzenli kullanılması gerekti. adam birkaç masal anlattı. şövalyeleri öven bu hikayelerden meydandaki papazlar pek hoşlanmasa da lord her masalın sonunda ellerini ikişer kez çırptı. anlatıcının gözlerinden bir rahatlama geçti. öldürülmeden kurtulmuştu. yöneticilerin sağı solu belli olmazdı.

ilaçları satmaya başlayacaktı. çocukla göz göze geldi anlatıcı, çocuk bıçakları çevirerek ona döndü, her tam dönüşünde çevirdiği bıçaklardan birini yere bırakıyordu ama gösterinin normal seyri bu değildi. bıçaktlar teker teker torbaya düşerdi ve gösteri biterdi.  son üç bıçağa geldiğinde eline inen bıçağın ucundan ustalıkla tutup anlatıcıya fırlattı, bakışları çocuğu izleyen anlatıcı, köpeklere özgü bir inilti çıkardı. saten elbisesinin dantelleri kan ile boyanırken yüzü izleyicilere bakacak şekilde düştü, bir kaç saniye içinde. çocuk elindeki diğer bıçağı lorda, diğerini ise hemen yanında ayakta durana büyük bir ustalıkla fırlattı. askerler çocuğu yakaladılar. hemen oracıkta başı kesilen romalı çocuk, boynundaki spirale dokunmuştu önce, daha sonra ise haça. en ufak bir direnme göstermemişti.

lorda attığı bıçak lordun kulağını sıyırmıştı fakat lordun kulağında saniyeler içinde yeşillenmeler başlamıştı. bıçağın ucu zehirle ovulmuştu muhtemelen. "hekim var mı!" diye bağırdı askerlerden biri. kimseden ses çıkmadı.

adam yavaş adımlarla sahnedeki dekorun içine doğru ilerledi. kitaplara yaklaştı ve eş-şifa yazan kalın kırmızı kitabı aldı. bu sırada askerlerden biri lordun kulağındaki yarayı temizlemeye çalışıyordu ama baldıran zehri veya haşhaştan yapılmış bu zehirden kurtulmasının yolu kulağın tamamen kesilmesi ve kesilen yerin ayı yağıyla ovulmasıydı.

olan biteni seyrederken birinin elini çantasına uzattığını hissetti.farketmesi kendisi için hayırlı olmamıştı.  hırsız bir yumrukla yere serdi adamı. sonra ellerini belindeki meşin torbaya uzatt,ı çekti ve aldı paraları. karnına ve ağzına tekme salladı. yerdeki adamın kırbaç izli ayak bilekleri açıkta kaldı. hırsız ayaklarını omuz genişliğinde açtı ve yerdeki adama muzaffer bir gülümsemeyle baktı. askerler karışıklıüa doğru  yönelmişti.

geri dönüp yirmi altı buçuk dişiyle gülümsedi yerdeki adam. hırsız koşar adım uzaklaştı. ayak bileklerini ovdu. böğrünü tutarak kalktı. çocuğun kanının kokusu bu sıcakta çekilmez bir hal almıştı.  büyük hekim'in kitabını çantasına koydu. çantasındaki tozları nasırlanmış elleriyle vurarak temizledi. lord acı içinde uluyordu, zehir kulağından başka yerlere sirayet etmiş olmalıydı.

asker ihtiyara döndü ve sordu:

- tanrıya inanmıyor musun? boynunda haç yok?
- akıl kaçınılmazca neseneler yaratır kendisine. bu yüzden her düşünenin tanrısı, düşüncesine göre şekillenir.

yarattığı akıl karışıklığından faydalandı, hızlı adımlarla geldiği yere doğru giderek alandan uzaklaştı. dilenci kadın yoktu. verdiği bir parça ekmek yerdeydi, üfledi ve çantasına koydu. şehrin batı kapısı gözüküyordu. başındaki sargıyı gözlerinin düzelterek gözlerinin hemen üzerine yerleştirdi, ağzını ve burnunu da kapatarak kapıdan çıktığında sakson borusu ötüyordu. lord ölmüştü.

yarım putperest

6/14/2011 12:41:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , No comments
etekleri yerleri süpürüyordu ve sakalları kıvırcıktı. başına doladığı beyaz örtüde yer yer kırmızı izler vardı. üstü başı pek temiz sayılmazdı, elindeki kitabın meşin kapağı parlıyordu güneşin altında. gözlerini kısarak yaklaştı, ayaklarından tahtalara özgü tok bir ses geliyordu her adımını atışında. simsiyah ayak tırnakları üzerinde beyaz elbisesiyle uyumsuz; bunu takar gibi bir havası yoktu.

bulduğu gölgeye oturarak elindeki kitabı açtı. önüne açtığı mendil çok kişiyi şaşırtıyordu. kitap okuyan bir dilenci olur muydu? ama o dilenci değildi, sadece havalanması için mendilini sermişti. omzundan dürttüğünde parayı atan adamın irkilmesi bundandı. elindeki kitabı elleri sıkı sıkı sarıyor, kimse bilmez kitabın içeriğini. çok kez dövülmüş gibi görünen ve dişleri çökmüş bir ihtiyarın kitabı kimsenin umrunda değildi. gelen giden süzüyordu, bakışlar içinde geçer ve kaybolurdu sonra.

yanına yaklaşan biri sordu:

- meczup musun, necisin?
- ...
- derdin ne be adam? eğer okuman yazman varsa bir şeyler isteyeceğim iyi para veririm.
- ...
- söz veriyorum, kötü bir şey istemeyeceğim senden.
 kafasını kaldırdı, yüzüne vuran güneşten memnun olmayarak adamın gözlerini aradı, bir kaç saniye süzdükten sonra;

- boş sözler verenler ve bunlara inananlar ancak şeytanın yolundadırlar.

yeni gelen adam sessizce uzaklaşırken kitabına döndü. sırtı dümdüz olan adamların dert çekmediğini bilirdi.

verilen selayla beraber ayaklarını topladı alışkanlıkla. öleni bilmiyordu ama ağlayamayan ve haykıramayan birini görmüştü, ürpermiş gibiydi, hem de bu havada. olayın vehametinden etkilenmişti, ilk kez ölüm görmemesine rağmen.

ölünün kokusu değil de naaş kalkerken duyulan kokudan nefret edilir. gelen tütsü kokusundan uzaklaşmak için eteklerini ve çantasını topladı, her yanı eprimiş. yavaşça toprak zemini ezdi. ayağının altındaki topraktan zerreler havaya karıştı. her fırsatta kendisini tekmeleyen katilin cenazesi kalkıyordu, onu sevmeyen kardeşi ve bir kaç kişi dışında musallanın yakınında kimse yoktu.

onu gören herkes şöyle bir dönüp baksa da aldıracak durumda değildi. sağ bacağının üstünü ovuyordu. yatanın o olduğunu, öldüğünü bilse de geri gelmesini, bir sonraki seferde hedefi bulmasını diliyordu. kendisini açık etmemişti, ölen katildi ama putperesti korumuştu.

naaş kaldırldı, bir çınarın dibine açılan dikdörtgen şeklindeki oyuğa sadece beyaz bir kefenle yerleştirildi. kardeşinde hiç bir renk yoktu. sanırım ölü ona dokunulmazlık kazandırmıştı.

imam sakin ve biraz da dalgın bir şekilde, tek düze bir sesle idare etti töreni. fısıltıyla iyi bilirdik dedi iyi bilenler. onun adını duydu ve yere tükürdü. anglo sakson bir tepkiydi bu.  imam kafasnı eğdiğinde bir an önce işi bitirmek isteyen kardeşinin ilk toprağı acaleyle atması aklının bir köşesine yazıldı. kefene sarılı bedene çarpan tok toprak sesi kesildi bir süre sonra.

kardeşi ona yaklaştı ve sordu:

- bir katilin katledilmesi paradoks mudur ilahi adalet mi?

sustu, bir cevap yoktu. sorma sırası geldiğinde sordu:

- abin cehenneme gidecek inancına göre. inanıyorsun, neden?
- sorgulamam. inanırım.

kardeş uzaklaştı. üstlendiği sorumluluklardan sırtının kamburlaşmıştığını farketti.

elindeki kitabı daha sıkı kavradı ve su içti. tütsü kokuyordu.

9 Haziran 2011 Perşembe

Şifa Niyetine

6/09/2011 11:16:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments
istediklerimi söylemek için kimsenin yadırgamayacağı bir maskemin olmasını isterdim. hala ve hala söyleyeceklerimi söylemeyi bir şarta bağlıyorum. yanlış yoldayım. geri dönüp sağa sapmalı.
* * *
ilaçlar değişmeli. içinde belirli miktarda yazı olan ilaçlar olmalı. ilaçlar havaya, ruh haline göre isimlendirilmeli. insanlar hangi ruh halinden çıkmak istiyorsa gidip o ilaçtan almalı, az bir miktar para vermeli. devlet bu duruma laga luga yapmamalı. sonra mizahla sulandırılmış acı olmalı ilaç olarak, plasebo olarak. bazı ilaçlar insanları zehirler, bazı hastalıklar hiç tedavi edilemez gene. yayınevleri de ilaç depoları gibi olurlar muhtemelen.
* * *
ben yazarım ve elmalar düşer, ah muhsine göre onları zehra toplar.
* * *
o kadar kötü bir hava var ki, sıcaktan başka insanların duyguları üzerime yapışıyor, terliyorum ve kokuyorum. terlenmeyen havalar genelde iyidir. terlenmeyi gerektirecek bir koşuşturmaca da olmamalı.
* * *
seni sevmek sırtımın açıkta kalması demektir ve ben uyandığımda elleri ilk olarak gözlüğüne giden bir adamım. o yüzden kalktığımda ilk seni düşünemem, önce tam görmem gerekir.
* * *
kocaman bir çınarın altında olan yaşlı kaplumbağanın sırtına yaslanıp onunla muhbbet etmek istiyorum. uzun ve yavaş bir hayat nasıl?
* * *
sanırım okuya okuya konuşma yetimde bir araz meydana gelmiş. eskiden az konuştuğumdan farketmiyor olabilirim. eskiden az konuşmuyorsam bu araz hep vardı, insan kendini tanııması sürekli devam ediyor. üçüncü şahıstan kendimizi sorgulayıp, birinci şahıstan cevap yetiştiriyoruz.
* * *
bazen kendimden en fazla, otobüs beklediğim durağın karşısından geçen bir otobüsün dönüp bu durağa da uğrama ve beni alma ihtimali kadar emin olabiliyorum. aslında bu hal, yanlış durakta mı bekliyorum acaba hali. eğer ki karşı durakan o araba geçerse, sizinkinden de geçiyordur. ama işler çok zaman böyle yürümez.
* * *
çağımızdaki sevgiler estetiğe feda ediliyor. - iyi bilirdik, ama çok çektirdi.

persona

6/09/2011 12:18:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic No comments
yaşamak dışında hiçbir şey ölümcül değildir
çabaladım, yürüdüm, ayaktayım. görenler insan demez
belki de bu at koşmaktan çatladı toprak yollarda
onu göğsünden vurup da acısını dindirecek olan çıkmaz.

ilk ciddi ayrılığımı yaşadığımda çocuktum
yaşım kaç olursa olsun, büyüdüm o anda.
anlar vardı tümegittiğinde sonsuz
içinde bulunulan, yoksunluk belirtisi.
bilmek eziyet oluyor belli bir yaştan sonra.

sen gelsen ve tutuşsa bütün kağıtlar
islerini suratıma sürüp de kirlenirim
burası pers şehri olsa, kalesiyle yekpare
elçiler gelse ben fedaileri surlardan atsam
fedaileri atsam ve onları sen karşılasan.

ben hep yolcu olurum
tek başıma otururum yanıma kimin bineceğini bilemem
gideceğim yerde yara izleri fark yaratmaz.

7 Haziran 2011 Salı

An Çeşitlemeleri - 2

6/07/2011 10:42:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments
immanuel kant, fragmanlar.

aklınıza güzel bir söz geldiğinde, ya da gördüğünüz, dinlediğiniz, okuduğunuz bir şeyden esinlendiğinizde kafanızda güzel bir düşünce oluşur, kelimelerinin sırası bile belli olmaz. not edemezsiniz; çünkü hem siz hem düşünceleriniz hareket halindedir. elinize kalem geçtiğinde hatırlayamazsınız. sadece yaşanan anlar vardır.

gece olunca çöken karanlıkla beraber yatağınıza tünediğinizde beyninize üşüşen düşüncelerin orijinalliğine hayran kalırsınız. ertesi gün bunu paylaşmak istersiniz insanlarla, düşünülmüş olma ihtimalini düşünmeyerek. düşüncenin düşünenden önde olduğunu anladığınız anlar vardır.

güneşin yakıcılığıyla erken uyandığınız sakin sabahlarda gerişirsiniz, kaslarınız açılır; yüzünüzü yıkayıp dışarı çıkarsınız, herkesten (en azından hatırı sayılır çoğunluktan) önce bu günü yaşamak istersiniz. nafile çabanızı parkları işgal eden insanlar öldürür. ışığın görenden önce olduğunu farkettiğiniz anlar vardır.

size en yakın yaşlı ağacı bulursunuz ve sorarsınız ona, sessizce tabii ki, insanların deli olduğunuzu düşünmesini istemezsiniz. "insan kendi kendinden ne yapar?". etrafınızı kontrol edersiniz. sadece içinizden sorduğunuz sorularınıza ufak bir gülümsenizin eşlik ettiği anlar vardır.

esnaf "canlıyı göreyim!" der, afallarsınız. algı dünyanız farklı yerlere gider, geri gelir. döndüğünüzde elinizde para vardır, uzatırsınız. nasıl yaptığınızı bilmeden doğruyu yaptığınız anlar vardır.

dakikalar boyunca uğraşıp elbise seçtiğiniz günler vardır. dışarı çıktığınızda  "gene olmadı bu..." diye düşünürsünüz. ne yaparsanız yapın olmayacağını anladığınız anlar vardır.

günler, haftalar, aylar, yıllar boyunca yaşadığınız yeri ararsınız, bunun eksikliğini daha açmaya bile yeltenmediğiniz kolilerin üzerindeki tozlarda hissedersiniz. istediğiniz dünyayı kendinizin kurması gerektiğini anladığınız anlar vardır.

sürekli kafanızda dönüp duran şeyleri karşınızdakine aktarırken konunun dallanıp budaklandığını görürsünüz. kısa cümlelerle ifade edilemeyen anlar vardır.

mutlaka, durup duruken aklınıza düşen cümleler yüzünden karnınızın hemen üzerindeki yılan kıvranır. o düşünce fırsat bulabilirse orada kök salar, o sarmaşık sulanırsa çiçek açar, pencereleri dışında her yeri sarmaşık olan evler ne güzeldir. hayat yakalayamadığınız anlarla doludur; zaten kuşlar kafeste değil de gökyüzünde güzeldir.

*foto: JacquelinePHOTO

5 Haziran 2011 Pazar

An Çeşitlemeleri

6/05/2011 10:23:00 ÖS Posted by mistrafantastic 7 comments
birbiri ile hasbelkader tanışmış iki insansınızdır, sokakta karşılaştığınızda selam vermeye yeltenirsiniz, sonra vazgeçersiniz. ıskalanan anlar vardır.

bir ortak nokta vasıtası ile karşı cinsten biriyle aynı anda gülümsersiniz, daha sonrasında ise ne yapacağınızı bilemezsiniz. öylece durduğunuz anlar vardır.

kavga ettiğiniz aile fertlerinden biriyle aynı ortamda bulunursunuz mecburen, yapılan espriye ikinizin de güldüğünü farkedip, yüzyüze gelirsiniz, bir kaç saniye daha gülümsersiniz.  başınızın önüne düştüğü anlar vardır.

çok emin olmadığınız bilgiyi söylediğinizde ortamdaki biri sizi desteklerse, yüzüne bakıp gülümsersiniz. iki kişinin de aynı görüşü paylaştığı anlar vardır.

yalnız olduğunuzu düşünüp, sinirlendiğiniz, üstünüze rastgale (muhtemelen bir kaç günlük) elbiseleri geçirip dışarı çıktığınız zamanlarda, aklınıza düşer herhangi bir hatıra. havayı kokladığınız anlar vardır.

okuyup bitirdiğiniz kitabı kapattığınızda, eğer çok beğendiyseniz, bir daha aynı heyecanı ya da aynı seviyede mutluluğu yaşayamayacağınızı anlarsınız. olsun dediğiniz anlar vardır.

şüphesiz, ölüm aklınıza geldiğinde, dalıp gidersiniz, sonra birisi bizi dürtüp dünyaya döndüğümüzde "hiçbir şey yok, sadece öyle dalmışım, yorgunum." dersiniz. bedenen orada olmadığınız anlar vardır.

yazıp, iki defa okuyup kontrol ettiğiniz, sağını solunu düzelttiğiniz yazıyı yayınlarsınız. okunduğunuzu anladığınız anlar vardır.

zaman'ı sonsuz yapan anlardır, sürekli aynı şekilde terennüm eden. notalar aynıdır değişmez ama, onları farklı şekillerde yanyana getirip farklı şarkılar yaparsınız, hayatta buna benzer bir sürü anla çepeçevre sarılmıştır. kulağınızı açtığınızda duyacağınız şarkı, her gün farklıdır.

*foto: JacquelinePHOTO

2 Haziran 2011 Perşembe

kansızlık

6/02/2011 11:38:00 ÖS Posted by mistrafantastic , , , No comments
ayı, kansızlık ve buzdolabındakiler öyküleri oldukça güzel. arka kapak yazısı yok. ön kapakta dama zemin üzerinde, kırmızı bir adam silueti var. uçurumun dibinde duruyor. selçuk orhan, ilk öyküsünün adını, ilk kitabının adı da koymuş. fena olmamış. dergah bastı, ben okudum. saman kağıdı.

* * *

önce solgunluk ve benzeri şekilde kendini gösteren, tehlikeli bir hastalıkmış anemi. aslına bakarsak, sokakta kansızlık bu manada kullanılmaz, anemi diye babalar gibi bir sözcüğümüzün varolmasından. (madem farklı bir sözcüğümüz var, neden kullanmıyoruz?) bunu rağmen yaşını başını almış teyzeler ısrar ederler, "yavrum betin benzin atmış, bekmez iç! kansız kalmışsın." onlara göre kansızlık hastalık olamaz, yakınlarından biri ciddi  şekilde bu hastalığı geçirmediyse. kansızlık pekmezle giderilebilen bir şeydir ve buna iman ederler.

aslında ben "kansız!" lafını ilk kez, ananemin ağzından işittim: "bırak sen de şunları oğlum, bunun abileri de kansız!" büyük hakaret olmalıydı, zira olmayan şedde varlığını hissettiriyordu, cümlenin sonundaki vurgu vs. her şey tamamdı. burada kan bağına ülkede verilen önemi de göz ardı edemeyiz. kan önemlidir, soy sop önemlidir, bu pencereden bakınca kansız sözü soyu sopu belirsiz gibi bir yere çıkıyor ki evlerden ırak. ciğersiz, umursaması, vicdanı olmayan (ve benzeri anlamlar) gibi anlamlar direk aklınıza gelmiştir zaten.

* * *

son kansızlık ise, cümle içinde geçme olasılığı düşük bir kansızlık. tıptan uzak, işin kötüsü bunu yaşını başını almış teyzeler bile kullanmıyorlar, soy sop da karıştırmıyor. sadece okuma hastalığına iyi geldiği söylenmiş. ara ara ama. tekmili birden on bir hikaye ama hepsini toplasan sahaya çıkamaz. iyi bir şey bu.

öyküler genel manada alıştığımız belirgin sonlarla bitmiyor. hani eski edebiyat dergilerindeki gibi, sırf betimleme olduğu belli olsun diye yapılan betimleme gibi betimler yok. türkçenin yer altı ve yer üstü güzelliklerini kullanma çabasına da girmemiş yazar. sadece anlatmış, bazen aksak, bazen koşarak.

öykülerin kahramanları silik karakterler, çevrelerinde olup bitenlere ya az dikkat ediyorlar ya da fazla dikkat ediyorlar. ortası yok. zaten gerçekler hayal olamaz, ama hayaller gerçek olabilir borges'in dediği gibi. bundan mütevellit selçuk orhan'ın anlattığı bu kahramanlar, hayalden gerçeğe dönüşebilirler, belki de dönüşmüşlerdir.

türlü üslupları denediği öykülerde, en çok dikkatimi çeken nokta, deyimleri devirme açlığıydı. biraz da şiirsel bir hava yakalamak için yapmış olabilir bunu. belki de öykülerin geçtiği zaman ve mekanları okuyucuya yakınlaştırmak için. devrik ya da değiştirilmiş bir deyim, okyucunun ilgisini toplamaya da yarar çok zaman. bundan da faydalanıyor selçuk orhan. bir de dikkatimi çeken diğer nokta, yazarın az sayıda epigraf, alıntı, şiir dizesi vb. kullanması.

katakofti

6/02/2011 12:14:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , , No comments
kanellahu lem yekun maahu şey, el'an kema kan!*

muhayyelattan bir alemden haber, saman kağıtlarına düşmüş, haberleri yeni ulaştı diyarıma. ki bu hikaye sekiz kısımdan müteşekkildir, farazi bir zaman diliminde, farazi kişilerin, farazi kurguları üzerine yazılmış, gaybdan haber vermeyen bir kitap. ama az biraz neler olacağını söylüyor. "işlenmeyen bir konu kalmamıştır, eyvallah." diyor yazar, ama kurgu noktasında nefesimizle yarış edebiliriz diye ekliyor.

- istediğimiz hikayeden başlayabiliyor muyuz gökdemir ihsan efendi?
- tabii ki.

Katakofti. Kapak: Ahmet Gürlen
kitap her bölümü okusanız ya da okumasanız bile size istediğiniz bakış açısından başlama şansı veriyor. tarzlar da değişiyor her bölümde. hatta bakış açıları farklı zamanlarda yazılmış muhtemelen. kitabında yazar, gidiş yolunu kendince düzenlemiş. saminen** demiş mesela girişte. görünce hemen son öyküye gittim.

ne yaptın sen filan demeyin. belki de yazara olan güvenimden, belki de başka şeylerden elimdeki kitabın tek sayfada çözümü veren veya bu iddiada olan bir kitap olmadığını biliyordum. istediğim yerden okumaya başlamak istiyorsam, bunu yaparım. biçimsel kaygıdan ve tek yönlü kurgulardan uzaklaşmamın sebeplerinden bir de budur. en son bakıştan başladım, daha doğrusu daldım diyelim.

gördüm ki aslında benim değiştirmek istediğim akış çizgisi değişmiyor, nereden başlarsan başla aynı yere ulaşıyorsun, sadece nüansları sonra görmek ile önceden görmek arasında tercih yapıyorsun.

bildiklerimizi ne kadar biliyoruz, faydalı bilgi nedir, varlık nedir? bunlara cevap arar insan. kitap diyor ki "ben bunları bilmiyorum, ama sen bunları arıyorsan gel yamacıma, sana bir kaç bakış açısı sunacağım." sen muhasebeni yap. dünyan karanlık bir zindan mı, uçsuz bucaksız bir ova mı, yoksa zaman bağımsız mekan bağımlı bir yer mi? düşün diyor. ikra!**** emrine uyarak başlıyoruz.

her kitabı kapadığınızda düşüncelerinizi yakalayabilirseniz, o kitapla alakalı tek bir cümle geçtiğini görürsünüz, daha sonraki okumalarınız sadece ayrıntıların tadına daha fazla varmak için olur genelde. bu kitabı kapadığımda aklımdan geçen şuydu:

"sonsuzluk bütünü değil de, bütünün parçalarını tanımlamak için kullanılır." ne kadar uğraşırsak uğraşalım, asıl bilgiden uzaklaşırız ayrıntılara takıldıkça. mutlaka bulmacalar vardır, ama bulmaca addettiklerinizin çözümü, kısaltmasından bulduğunuz bir elementinin adının, size çağrıştırdıkları kadar faydalıdır belki de. bilemeyiz.


son olarak galip'ten ve yunustan yapılan alıntılar, harf illüstrasyonları gayet güzel. hacminden daha fazla şeyler vaadediyor. tasavvufi göndermeler de bir o kadar güzel, başka bir bakışa geçileceğinde toparlamak için verilen beyitler ise ayrı leziz. ki aslında ecnebilerin dediği noovell tarzında bir eserdir bu kitap.


son olarak ben de muhiddin'den*** bir alıntı yapayım madem:


"bil ki sevgi makamı çok şerefli bir makamdır 
gene bil ki, sevgi varoluşun aslıdır…"

*      : Allah vardı ve ondan başka bir varlık yoktu. hala ondan başka varlık yok.
**    : sekizinci olarak.
***  : muhyiddin ibn arabi.
****: Oku! (Kur'an-ı Kerim 96/1)