Ægroto dum anima est, spes est. (Erasmus, Adages, 2.4.12)

31 Mayıs 2011 Salı

balkonumuz var, sigara içilen.

5/31/2011 10:18:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments




- merhaba iyi günler, balkonunuz var mı?
- tabi ki. şöyle geçin..
- ben bir çay alacağım açık olsun.
- tabii ki.

aşağıya inilir, çay alınır, üst baş bir kez daha kontrol edilir.

- buyrun.
- teşekkür ederim. (gülümseyerek) (tekrar kitaba dönmeden önce yüzüme bakıyor)
- afiyet olsun.

sigara içmeye çıkılır. çay biraz daha kekremsi. kuyruğu kesik sarı bir kedi kabadayı edasıyla geçiyor. bilgisayarda cevaplanmayı bekleyen sorular var. zaman genişliyor biraz, sigaranın dumanı da uzuyor. bilgisayar başına oturuyorum. her zamanki haberler gibi haberlere sırf bugünün tarihi atılmış diye göz gezdiriyorum. aklıma geliyor, boş bardağı almaya gidiyorum. rahatsız etmemek için parmak ucunda.

- pardon, ben bir çay daha alabilir miyim, açık?
- tabii ki. (gülümseme ama bu sefer karşılıklı)

aşağıya iniyorum. ablam sokaktan birserçe bulmuş önceki gün. ama hasta, üstelik daha küçük. kuşçu rızaya götürmüşler, o da şırıngayla yumurta verin demiş. filan. çayı alıyorum, elime sıcak su sıçrıyor, aldırmıyorum.

çayın tabağına dökülmemesine dikkat ederek yukarı çıkıyorum, gene dikkat çekmeme umuduyla masaya yaklaşıyorum:

- teşekkürler. (gülüyor)
- afiyet olsun, diyorum ağzımda biraz da geveleyerek. (gülümsüyorum sadece) gülüşüm onunki kadar güçlü değil. zaten mesele de o değil. balkonun kapısına yöneliyorum, onun kafası da kitabına dönüyor.

kapının önünde birsigara daha yakıyorum. kafamla bir kaç kişiye selam, "ateş?" diyen birine uzatıyorum sigaramı. zaman bu sefer genişlemiyor, hala cevaplanmamış sorular var bilgisayarda. şunu da yazıyım diyorum, beynimdeki taslaklar klasörüne bir txt dosyası daha kaydediliyor, muhtemelen kaşla göz arasındasilinecek ve bir daha hatırlamayacağım. insan eyleme geçtiğinde iz bırakır çünkü. dalıp gidiyorum. aşağıdan sesleniyorlar, iniyorum yavaş adımlarla.

içim geçmiş diyor, bir şey olup olmadığını soruyor. olmadı diyorum, içimden ekliyorum en azından seninle alakalı. aklıma boş çay bardağı düşüyor, çıkıyorum merdivenlerden. bu sefer yavaşça alıyorum bardağı, bana dönüyor, ben açık çay diyorum, gülümseyerek evet diyor, lafı ağzından almama kızmadan.tüm bunlarbir kaç saniye içinde oluyor. gereksiz bir saniye boyunca gülümsüyorum. önündeki çalıkuşu kitabını göstererek:

- kaç basım, diyorum.

- bilmem bakalım, diyor, sayfalar geriye doğru sayıyor, 1987'i görüyoruz ve üç dört cümle daha ediyoruz bu vesile ile, sonra ben "iyi okumalar" gibisinden bir şeyler diyorum. geri dönüyorum, aşağıdan bu sefer kendime çay alıyorum. yukarı çıkıyorum bilgisayarın başına. anlamsız bir kaç tıklama ve açılan ve kapan sayfalar birbirini kovalıyor. neden sonra bir ses:

- "pardon" diyor, gülerek, kafamı çeviriyorum, "hesap?"

- bi saniye diyorum, çokdan yapmış olduğum hesabı bir kenara atarak. kasanın yanına geçiyorum, söylüyorum, parayı alıyorum ve üstünü veriyorum. çalan şarkıile alakalı bir soru soruyor, elimden geldiğince cevaplıyorum.

- iyi akşamlar, diyorum.

tam kapının önünde geriye dönüyor "iyi akşamlar" diyor. geriye dönüp çay bardağımı alıyorum masamdan. bir sigara yakıyorum, arkadaşım yanaşıyor.

- tanışıyor musunuz?
- hayır.
- tanıştın mı?
- hayır.
- abi, sen var ya-

gözlüğümün üzerinden bakıyorum, anlamasa da anlamış gibi yapıyor. sigara içiyoruz. içimden bi' ses durmadan beni azarlarken, bakarız diyorum sade.

29 Mayıs 2011 Pazar

Fırtına

5/29/2011 11:56:00 ÖS Posted by mistrafantastic , No comments
biriktirdiklerini kusuyor deniz,
geçiyor koskoca gemi, işte köpüklerinde hiddet
geçiçi bir rahatlama susuyor derinimde.
damarlarımın içinde hissediyorum tuzlu sularını 
tam şuraya demirlesek ve gelse bahar vaktimiz yok
en azından gitse şu papağan tekerrür etmeye kalmayan mecalimizden.

biriktirdiklerini kusuyor deniz, çekiliyor.
yetişemediğimiz hayallerimizi de alıyor içine 
bakamayacağımız dertlerimiz gidiyor akan suyla
gelmeler az, gitmeler çok oluyor bu koyda 
ah şu önümde çırpınan balığın da hayatı kurtulsa.

biriktirdiklerini kusuyor deniz, gözlerimi kapıyorum
karanlığın içinden yüzün yürüyor gözlerime,
açıyorum gözlerimi hala açık deniz, rüzgar parçalıyor yelkenlerimi
kaptanım duymuyor beni, ben de duymuyorum kendimi
yüzümde binlerce okyanus paralanıyor delinen gökle beraber. 

biriktirdiklerini kusuyor deniz, dingiliğine beş kala
dalgaların sabrı çarptıysa kalyonun bordaları hissetti
iplere tutunmaktan yırtılan ellerimizde kanadık biz de
arayışımızı ve tutunmaya çalıştığımız ceviz kabuğunu.

Çaybar Dağı

5/29/2011 12:17:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , No comments
siz güneş gelsin diye perdeyi açtığınız an hava kapanır. hayat bir çok şeye benziyor inanın: tam ağzımızı açıp bir şeyler diyecek olduğumuzda kesilen sözümüz, dudağımızın kenarında paralanan o hüzünlü gülümsememiz mesela. sonra gözlerimizin yere inişi, kafamızı kaldırıp "evet" manasında sallayışımız, uzandığımız bardaktaki çayın soğuması.

aslında sürçen dilimiz, bilinçaltımızdan daha çok, aceleciliğimizi gözler önüne seriyor: birisi bizim sözümüzü kesmeden kendimizi ifade edelim, kendimiz yarım kaldıysak bile sözümüz yarım kalmasın. lafımız bitince bir yudum alalım sudan, boğazımızdaki kuruluğu temizleyelim, sigara yakalım. her şeyin üzerine, ama mutlaka kibritle.

paslı dualarımız var, unuttuğumuz, ki onlar içimize attıklarımızın nemiyle parlaklıklarını kaybetmiş hayallerimiz: mesela turnalar kurbağa yemeyi hayal etmez. çünkü turnalar farklı şeyleri simgeler, yakışmaz. ayıp. ibret vardır. alınır. alınan ibret iade edilemez. 


bu bahar gecesi kül tablasında söndürdüğüm sigara ile bitti.

26 Mayıs 2011 Perşembe

yol dönümü

5/26/2011 07:58:00 ÖS Posted by mistrafantastic , No comments

kısalık yalnızca mezar taşı
üzerine sığma kaygısı taşımaz -işte-
ölüm düşen bir yaprak
rüzgarın üzerine, ağırlığınca.

öyle ki rüzgar bile ilk kez
eser o zirvede
dik taşlar göreceksin - kum -

mezara bakıp kendini düşünürsen 
ölümü anlamazsın.

suyu inek içerse süt, 
yılan içerse zehir olur;
suyun sesine atlayan kurbağa,
doğuda istisnai bir zirve.

barışın yetmediği o zirvede
çocuklar savaşı bilirler. -su verirsen-
ölü düşlerin üzerinde otlar biter.
bulutlar tepede dinlenir
eteklerdeki rüzgar:
bütünüyle ses olana kadar
ney üflemiş bir derviştir.

24 Mayıs 2011 Salı

ah saf çelişki

5/24/2011 10:54:00 ÖS Posted by mistrafantastic , No comments
giden yare üzülür yare giden surlar yıkılır
yıkılırlar taşların altında hep insanlar kalır.
köşke çekilen şah düşer kurşun sahibine döner
celladı ve şeddeyi hatırlamaz.

nipnikotin ya da yoksunluk belirtilileri
üç nokta komayı uzatmaktır
ki ölüm vardır vücut yıkanır
uçurumdan düşmek bulutların kaybınadır.

gitmek sadece cam değil tüm şehirler aynıdır
mutlaka arkadaşlar ve gidenlere el sallanır
bana gelir ancak ve ancak eksikler iyi
bu kalemi kırıp, infazı ertelemektir.

bir katil söyleyecektim, tabanca durdu, öldü.
ellerim de ki: tetiği ben çekmedim.
sen aynaya gidersen sen sana gelir
gerisi de gelir; herkesin silahı kendine görünmez.

tüylerim kabarıyor, ürperiyorum
"ol" diyor, kalkıyorum ve ölüyorum
kaldıramazsam ellerim nasırlı değil
tersine paranoya eksiksiz oldu sırtımdaki bıçakla
bakıyor ki çırpınıyorum
evladı olmak zordur, babalar oğullarına benzer
soldu yüzüm, cekedimi alıp çıktım.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Kurmaca Alıştırmaları

5/21/2011 10:32:00 ÖS Posted by mistrafantastic , , , No comments
new york'tan buraya kalpazanın birinin peşinden geldik. birçok takma ismimden en aktifi şu an için matt bomer, fransa'da da en çok bu isimle bilinirim zaten. neyse, az önce peter'in beni bıraktığı dükkandan bir şekilde sıvıştım, üzerimede bir palto buldum bu sıcakta. takip kelepçemi de söktüm. beni kaçmaya teşvik eden gökdemir ihsan(3) adlı bir yazarın ingilizceye çevrilmiş bir romanıydı(2): exercices de fiction.(5) 33 farklı kurgu. güzeldi. oulipo'yu sevmiştim.

aslında yazarın(3) beklediğinden daha büyük etki bırakmıştı bu kitap halk üzerinde. ülkesi dışında da sevilmişti. hemen hemen herkeste fötr şapka olmasını ondan sonra anlamlandırmıştım. bildiğiniz üzere benim ayırt edici özelliklerimden biri de fötr şapkamdır. kahramanı kendimle özdeşleştirdim bu yüzden. bu arada elimdeki romanla(2) yürümeye devam ediyorum elbette. pariste elinde kitapla yürüyen biri daha az dikkat çekiyor. kitabı kapattıktan sonra aklıma gelen ilk şey ægroto dum anima est, spes est(4) olmuştu. madem ki ölmedim kaçmalıyım dedim. peterla dostluğumuz iyiydi ama özgürlük dostluklardan daha güzeldi. ya da ayağımdaki kelepçeden bilemiyorum. şimdi alarma geçmişlerdir herhalde.

ezberlediğim s hattı durağını elimle koymuş gibi buldum öğlen sıcağında. gerçekten de kalabalıktı. umarım peter'ın kitaptan haberi yoktur diye geçirdim içimden. benim şapkamdaki kurdelanın yerine sicim bağlanmıştı. bulabildiğim tek model buydu. atladım otobüse.

akıntı o kadar güçlüydü ki burnumu tutamadım. (pardon bu başka bir hikayeydi.) arkaya ilerlemek durumunda kaldım. herkes bana bakıyor. bir hırsız için, hem de az yakalananlarından olan benim için kötü bir his bu. terlemeye başlıyorum. aksi gibi arkamdaki meczup da üzerime abanıyor. lanet olası elini cebime atıyor. bak sen! hırsızı soyan hırsız, inanılmaz. ama ne kendimi ne onu açık edebilirdim. kendi türünü koruma refleksiydi bu. "ihtiyar üzerime abanmaktan vazgeç, sırtım yara bere içinde!" diye feryat ettim. ihtiyar gülümsedi ve elini ben bir şey yapmadım manasında iki yana açtı.

insanlar biraz da iğrenmeyle bakıyorlar şimdi. hemen boşalan bir yere oturdum. ayaklarımın altı acıyor. bana bakmaktan vazgeçtiler. indim. ihtiyar da inmişti. aptal herif neyin peşindesin hala diye sessizce kendi kendime söylenerek adımlarımı hızlandırdım. karmaşık bir rota izliyordum, öyle ki ben bile nereye gittiğimi unutmuştum. vakit geçiyordu ve palto yüzünden iyice terlemeye başlamıştım. en sonunda kendimi saint lazarre garında buldum. lanet olası yer.

peter ortalarda yoktu ama bana yöneltilen onlarca silahtan bir şeyler döndüğünü anlayabiliyordum. arkamdan şebek gülümsemesiyle giren ihtiyara bakıyordum ki hemen arkasında polisin silahının sırtına dayanmasıyla gülümsemesi silindi. onun da haberi yoktu demek ki.

- peter burke, sanırım sizin adamı yakaladık.
- geliyorum.

on dakika kadar sonra peter geldi. interpoldeki meslektaşlarına teşekkür ettikten sonra yanıma doğru seğirtti.

- ee neal, kaçıyordun neredeyse...
- neredeyse kaçılmaz. sahi nasıl buldunuz beni, ben bile nereye gittiğimi bilmiyordum.
- şansımıza askıda duran şu paltoyu aldın da, düğmesinin hemen altındaki vericiden (düğmenin olması gereken yere bastırarak ) seni takip edebildik. kalpazanın adamlarının seni takip ettiğini gördük. sonrasında bu pezevenk de bindi otobüse, sonra sizi takip ettik, durumdan tamamen habersizdiniz.
- hasiktir, diye söylendim.

gar birbirine girmeden interpol oradan ayrıldı. belki de romandaki(2) bulmacanın tamamını çözmem gerekliydi. "gökdemir ihsan(3) dedim, seni bir daha okuyacağım.". saint lazarre'a küfrettim ekip otosuna binerken.

(1) gökdemir ihsan bir romancı değildir.
(2) kurmaca alıştırmaları bir roman değildir.
(3) x eşittir gökdemir ihsan ise.
(4) lat. hasta nefes aldıkça ümit vardır.
(5) kurmaca alıştırmalarının havalı söylenişi.



düzeltme: hayli fazla olan imla hataları düzeltilmeye çalışıldı.

20 Mayıs 2011 Cuma

akşam vardır. ezan okunur. yazılır. bazen de hayır.

5/20/2011 08:29:00 ÖS Posted by mistrafantastic 2 comments
bilinmeyen üçüncü şahıs: orayı seviyor musun?
bilinen ben: orada bana çay getiriyorlar.
rüzgarın kızı: bisküvi de olsun mu?
bilinen ben: hayır, bazen çay yalnızca ince bir beldir. (çaya bakıyor)
rüzgarın kızıçay benim için mutlaka tomurcuk kokulu (teneke kutuda) ve karanfillidir. ayrıca şekersizdir. bardak ince belli olabilir, evet.
bilinen benkilden hamurlar var. insan çamurdan yaratılmış. toprak ustalarını ve porselenleri seviyorum.
rüzgarın kızıbu iyi bir şey. sen de bilirsin memleketten. halen vardır, toprak testilerin suyu da bir başka güzel olur.
bilinen benmutlaka. serin olur. su vardır, içilir. dostlar vardır. sohbet güzeldir.
rüzgarın kızıtesti ile ilgili bir türkü hatırlıyorum, hatırıma gelirse söylerim.
bilinen bentürküler vardır. cızırtılı radyolar köyde çeker. yeşil vardır.
rüzgarın kızıcızırtılı radyoları, yaşlı dedeler köy kıraathanesi önünde kulak hizalarına tutar, ajans dinlerler.
bilinen bensakal vardır. soba vardır. kırışık yüzlü nineler masal anlatır. dizlerinde uyunur.
rüzgarın kızıellerimiz çatlar köy çeşmesinde suyla oynamaktan, sabah sac tıkırtısıyla bazlama kokusuyla uyanılır. kiraz ağacına tırmanılır.
kibeleBen bu bahsettiğiniz yere gidebilir miyim?
bilinen benotobüsler vardır. otogarlardan kalkar. bilet satılır. binilir. gidilir. durulur. toprak yollar vardır.
rüzgarın kızıotobüsler köy kokar, mide de kelebekler gezer. herkesin ilgisinden şehirli çocuk olarak utanılır, anneye sarınılır.
bilinen benspor ayakkabılar vardır. lastik ayakkabılar durur. amcalar vardır. bıyıklar sarıdır. sarılınır. 
rüzgarın kızıabiler at biner, arkasndan ağlanır. düşersin sen derler, düşmem ki dersin. eşeklere elma yedirilir korkarak. tavuklar kovalanır. 
bilinen benhindiler vardır. horozlar öter. sabah vardır. insanlar kalkar. güneş doğar. meralar boştur. 
rüzgarın kızıkoyunlar meralardan iner. ikindi vakti ağılın kapısı açılır, kuzularıyla buluşturulur. toz bulutu kopar etraftan.
bilinen benbahar vardır. çiçekler açar. toprak vardır. ona basılır. gölgede uyunur.


çocukluk vardır. inilir. annenin eteği yerde sürünür. arkasına saklanılır. balıklar vardır. izlenir. sivrisinekler kollardan ısırır. kaşınır. kanar. diken vardır.  

19 Mayıs 2011 Perşembe

almanya'dan rock'n roll esintileri: the baseballs

5/19/2011 03:56:00 ÖS Posted by mistrafantastic , , No comments
cover dinlemeyi severim. yakın bir dostum bunun orjinallik arayışı olduğunu söylemişti. yapılmış olanın yeniden yorumlanması ne kadar orjinalitedir, bilemiyorum. ama yeni arayış, farklı bakış denemeleri güzel olur. son zamanlarda, modern akımlar'ın (r&b) gibi, eski akımlarla yoğrulması (bu örnekte rock'n roll) güzel sonuçlar ortaya çıkarıyor.

the baseballs'la yakın zamanda tanıştım, günlük youtube gezintilerimin getiri olarak. araştırdım, başarılı rock ve pop şarkılara güzel coverlar yapan abilerimiz. klipleri ise, siyah beyaz ve 30-40 sene öncesinin stilleriyle bezenmiş. çok fazla elvis presley dinlemişliğim yoktur. sesine aşinalığım vardır, küçükken anlamsız şekilde bacakları onun gibi oynatmışlığım da vardır.

strike adlı albümleri 2009 mayısında çıkmış, yükseliş yaptıkları umbrella coverları bu debut albümde yer alıyor. albümündeki şarkılar içinde, umbrella, hey there delilah, crazy in love ve this love coverları ise şahane. 2011 çıkışlı strings and stripes albümlerinde ise, candy shop, hello şarkıları öne çıkıyor. ayrıca sam'in elvis'in oğlu olduğu yönünde kuşkularım olduğunu da ekleyeyim.

genel olarak sakin ve gürültüsüz bir albüm olduğundan mütevellit tatil günlerinde ve muhabbet ortamlarında alttan alta çalınası, ara ara kulak verilesi. ayrıca albümlerin ve single'ların listeleri altüst ettiğini söylemeden geçmeyelim.

son olarak grup üyelerinin adları sam (sven budja), digger (rudiger brans) ve basti (sebastien raetzel). elbette grubun diğer üyeleri de var ama burada değinemiyorum kendilerine. resmi siteleri burada, ingilizce vikipedi sayfaları ise burada ikamet etmekte.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

katil kimliğine suikast

5/18/2011 11:26:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments
kimini atladığı hendeğin çukurunda bırakır
kiminde ise orada olduğunu bildiren izler
yerlerinden hayaller damlar hâlâ, yüzünü sildim fedainin.
izleri çocukluğuna uzanır, sol omzunda;
üzerine yatıp uykuya daldığı uyuşan ve karıncalanan.

iki zirve arasında rüzgarın çığlıkları var
mutlaka münzevi dervişlere özenti dağlardaki oyuklar.
hayret, batan kalyonlar varken insan yükseliyor
yakılan gemilerin getirisi kılınçların çınladığı meydanlarda
kurtulan şehirde sakin ve zararsız değişim.

ben sana geliyorum, katlim ismailî düğünü
önceki gün okulu kırmış öğrenci olarak geliyorum
ayaklarım toprakta düşüncelerim meşe ağacında süzülüyor
gözlerimi yere dikip insanlara çarpa çarpa, geliyorum
kalenin surlarını  görmezden, tırnak uçlarımı kanatarak
her seferde bir adım düşerek istikrarımı korudum
daha önceleri sustum ama bu sefer konuştum!

sen gemileri yakma, sırtını ovdum tuzuyla yağmurun.
inancın eksikse göğe çıkamazsın
kibrin seni yedi kat aşağıya gömer
durgun sularda da gemiler batar.

kaçamayacağımı bile bile koşmuyorum
yıkamayacağım surların önünde dikilmiyorum
öleceğimi bildiğim halde duruyorum fedainin bıçağının önünde
oysa o feda edemeyip canını, hayatta kaldığında
katil kimliğine suikast düzenler
dağların tepelerinde ne güzel bulutlar
aşınan taşlarda kazılı savaşlar vardır
yakından bakarsanız sisten göremezsiniz.



şair-çay benzerliği

5/18/2011 12:39:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , No comments
ne alaka diyenleriniz olacaktır mutlaka. son zamanlarda artan çay ve şiir birlikteliği sıkmaya başlamıştır sizi, farkındayım. ama farklı bir zaviyeden bakmayı deneyeceğim.

tiryakiler için, ikisi de sigara ile güzel gider.
bilirsiniz, çay ilk demlendiğinde, hemen içilmez, biraz beklenir, sonu da içilmez, çünkü acır. şairler ise yirmi ve kırk beş yaşları arasında en güzeldir. 
çayın tortusu olur, süzeriz onları. işte bunlar her şairde olabilen düşük seviyeli (kime göre neye göre diyoruz.) şiirleridir
bir bardak çay, bir şiir kitabıdır çok zaman. 
şekersiz çaya benzer bazı şairler, tadı bellidir, söyledikleri açıktır.
kimileri limonludur, dinlendirir, dimağınıza farklı tatlar aşkeder.
bazı şairler tek kitap çıkarır koybolur, demlik öylece kalır sonra. belki de demlik devrilmiştir. (ölüm)
bazı şairlerin hayran kitlesi fazladır, arkadaş ortamında içilen çaya benzetebiliriz bazı şairleri bu açıdan.
bazı şairler tavşan kanıdır, derinlere batırırlar kelimelerini, ama içmeden yapamazsınız. 

17 Mayıs 2011 Salı

sultanahmet te gece muhabbetleri #3

5/17/2011 04:37:00 ÖS Posted by mistrafantastic , , No comments
3. bölüm: "ölüm muhteşem bir geri dönüştür, bence de sence..."

umut, yaşar ve behiç herzamanki gibi sultanahmette buluşmuşlardı. çok uzun süredir susuyorlardı. sıkıntılı olmalarının sebebi behiç mirzanın musalladan kimsesizliğe adlı şiiriydi. okunduktan sonra soğuk bir rüzgar esmişti. ölümle ilgili beceriksizce çiziktirilmiş beş altı satır demişti behiç:

"
bu sabah namazdan sonra
uzandım musallaya
soğuk iyi geldi, boş temmuz sabahında
dün öğle namazına mütekip kalkan
yalnız ruhum ortalarda gözükmüyordu.

"

umut ortamı hreketlendirmek için biraz yüksek sesle:

- "muhabbet eksik dedi insan ve allah çayı yarattı.", dedi.

herkes gülümseyince çırağa işaret ettiler üç çay için. ölüm sıkça kullanılan bir temaydı. karamsarlık, sessizlik, yalnızlık, uzaklık... mutlaka satardı, insanlar doğuştan eğimliydi karamsar olmaya. ölümden dönme hikayeleri çok tutar ve senaryo yapılırdı bu yüzden.

- yaşar, senin tiyatro oyunu vardı.
- ee nolmuş..
- biraz anlatsana..
- ölümden dönen genç kızın trajikomik öyküsü. ama başlangıç iyi, sonu iyi, ortası berbat halde şu anda. daha çok ham.
- anladım.

behiç hala uzaklara bakıyordu.

- inekler trenlere bakar, tramvaylara değil dedi yaşar söylemez. umut behiç kahkahalara boğuldu. yan masadan da birkaç kişi de gülümsemişti bunun üzerine.

- iki dakika rahat vermediniz insana. ölüm üzerine de düşünemiyoruz artık.
- sana ölüm üzerine düşünme demiyorum ama yaşamaktan korkuyorsun onun yüzünden. elinde olmayan şeylere üzülmeyi bırak. umut ağzından çıkanlara kendisi de inanamadı ama belli etmedi.

sessizlik iyiye alamet değil diye düşündü umut. insanlar sessiz ortamlarda daha çabuk aşık olurlardı ve behiç gene bir kıza bakakalmıştı:

- ölüm muhteşem bir geri dönüştür, dedi.
- bırak sen bunları. felsefe çekecek havam yok, dedi umut. "bu numaraları kızlara çek."
- okan bayülgenin sözlerini hatırlıyor musun, ağıt şiirindeki?
- hayır..
-"hayır ben çok değiştim oğlum
bir başkası değilim artık
vazgeçtim maymunların dünyasından
bıraktım alkışları, istemiyorum kahkahaları
istemiyorum bir aptal gibi yaşlanmak
"
- sen ölüm görmedin hayatında behiç. ölüm sözlerin ötesindedir çoğu zaman. bırakalım bunları lütfen.
- iyi peki.

arkada çalan hareketli türkü bile behiçi neşelendirmiyordu. kızın yanına gitti. birşeyler dedi. geri döndüğünde kızın telefon numarasını almıştı ve yüzü gülüyordu. işte buydu. kadınlar yazarları değiştiriyordu. nerede az önceki behiç, nerede şimdiki... ikinci kez ölümden bahsettiğinde dalga geçmeyi kafasına yazdı. o anı hayal edince, hafifçe gülümsedi.

yaşar ölüm üzerine koyulaşan birmuhabbete girdiler. sürekli çay geliyordu ve nargilelerin közü değişiyordu. hemen diplerinden geçen yolda acı bir korna sesi duyuldu. behiç'in numarasını aldığı kızın arkadaşına araba çarpmıştı. behiç hemen fırladı masadan. ortalık ana baba gününe dönmüştü.

umut ve yaşar yerlerinden kalkmadılar. behiç ambulansla beraber ayrıldı. durum kritikti anlaşılan.

arkadan çalan türkü çok şey ifade ediyordu aslında. en azından içinde bulundukları durumda. karacoğlan'a bir kez daha hayran olmuştu yaşar söylemez.

"nice sultanları tahttan indirdi, nicesinin gül benzini soldurdu, nicelerin gelmez yola gönderdi, bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm."

- behiç ölüm muhteşem bir geri dönüştür demişti değil mi?
- evet, dedi yaşar söylemez.
- kalkalım mı?
- hadi bakalım.

sessiz ve sakin bir geceydi. istanbulda az bulunurdu böylesi. evinin yokuşunu çıkarken "geri dönüşün tek güzel olduğu yer şarkılar..." diye mırıldandı. siyah kedi çöp kovasından fırladı, huzursuzca havayı kokladı ve umut'a baktı.

- yalansa söyle kedi. yalansa söyle. 

sultanahmet te gece muhabbetleri #2

5/17/2011 04:35:00 ÖS Posted by mistrafantastic , , 1 comment
2. bölüm: hayat seçtiğin kadındır, puhahahasss harbi mi ya?

umut ekrem, behiç mirza, yaşar söylemez sultanahmette buluşmuşlardı her zamanki gibi. behiç mirza'nın yeni öykü kitabı çıkmıştı, satışları da iyiydi. henüz 20 li yaşlarının sonlarındaydı. üç tane kitabı ve muhtelif dergilerde basılmış şiirleri vardı. yaşar söylemez ise önemli kitap eleştirmenlerindendi. bu üçlü, sultanahmette tanışmışlardı yıllar öncesinde. her zamanın dayının yerinde otururlardı, nargileleri ve çayları hemen gelirdi. oradaki herkes onları tanırdı. belki de bu yüzden burada şımarırlardı, sesleri yüksek çıkardı.

o akşam umut ekrem'in yıllar öne yazdığı şiiri gün yüzüne çıkmıştı. başlığı yoktu henüz.

"sen bu mektubu okuduğunda
ben çok yanlışlar yapmış olacağım
arka sokak entelektüeli olarak.

siyah beyaz şiirler yazmıyorum muhtelif camilerin diplerinde
kontrast acemilerin işi
bayat filmlere mantarlanmış merceklerle çekilen fotoğraflar
ve sade nokta kullanıyorum
sayfa atlama hakkım saklıdır.

yazıyorum sağdan soldan aldığım ilhamlarla
elini tuttuğumda mevsimi değiştirecek birine
sende sevmediğim iki şey var; yüzlerin.
demek için gıyabında.

sokak lambasının objektif düzleminde
seni ıskalayıp bana yansıyan
i̇kinci el bir yaşam benimki.
gözünün mavisinde biten
kurma kolunu çektiğim gece yarıları
tevbelerimi yanıma alıp uyudum.

gece yarısı operasyonuyla aldırmayı düşündüğüm
anestezi olmadan seni tekrar görmenin zamanaşımını
kitapların arka kapaklarına yazmak için
i̇ş buldum arka sokak entelektüeli olarak
on üç yaşı
“galiba öyle olmalı
çünkü orta ikideydim galiba” diye ifade edebiliyorum
elli kişilik koğuşun ortasında bir masa verdiler bana.
"

yaşar söylemez şiirin yarıda kesildiğini fark etti. umut behiç'ten sağlam bir eleştiri bekliyordu. o ise şiirin ortasında yan masadaki kıza dalmıştı. aşırı derece sinir olan umut:

- "behiç, sen ne için yazarsın?", dedi.
- "kızları etkilemek için."

umut ekrem bu açık cevap karşısında şaşırmıştı. bunu belli etmemek için devam etti:

- biraz açsana?
- biliyorum benden biraz büyüksün, her şeye rağmen şöyle düşünürüm: kumarda kazanan aşkı da satın alır, daha çok para için daha iyi yazmak zorundayım. daha iyi yazdığımda problemlerim hallolacak. budur.
- boşu boşuna konuşuyoruz burada o zaman.
- hayır. yazdıklarıma inanıyorum. yoksa burada olamazdım. sonuçta edebiyat amaç değil araçtır. daha iyi yaşamak için.

yaşar söylemez araya girdi:

- olur mu be. kız senin aklını başından aldı galiba. edebiyat amaçtır. yaşamak yerine yazıyoruz çünkü.
- öykü yazarı olarak yazdıklarım beni yaşatıyor diye düşünüyorum. şimdi beni bırakalım. senin eleştirilerinin yanında öykülerin de var. bir kız seni övdüğünde vay ben neymişim demiyor musun?
- diyorum da bu yan etki.
- bırak allasen.

bu arada iki genç kız masalarına gelmişti. umut ekremden kitaplarını imzalamalarını istemişlerdi. onları başından çabucak savdıktan sonra:

- ulan herkes bizi koca entellektüeller olarak görüyor. biraraya geldiğimizde karı-kız muhabbeti yapıyoruz.

masadan kahkahalar yükseldi, çaylar tazelendi.

- abi dedi, umut ekren yaşar söylemez'e. kadın olmasaydı yazamadık be. o kadar kahır çekilmezdi, bir düşük cümleye yarım saat bakmazdık mal mal. yalan değil. edebiyat yaşamamıza araç oldu. kızlar için yazıyoruz kızlardan ilgi görüyoruz daha fazla uğraşıyoruz bu işlerle.
- beni evlendirdiniz, arkandan geliyoruz hemen dediniz. hemen kaçtınız. koskaca yaşar'a atar yapıyorsunuz şimdi. ulan istanbul herkesi kandırdı tamam da siz de mi kandırdı?

bu lafın üzerine arkadan kostak çalmaya başlayınca umut kendini tutamadı, kahkahalara boğuldu.

"aman kostak yeri yeri..."

- dayı hususi mi yapıyorsun be?

umut sözü aldı:

- zizek'e özendim şu an; güzel bir kadınla felsefe konuşasım var. ben şu kızla konuşacağım. şanslıysam sokrat'ı biliyordur.
- hadi bakalım.

beş on dakika sonra geri dönen umut'un yüzünden düşen bin parçaydı.

- n'oldu, safî entelektüel'imiz? baltayı taşa vurdun galiba.
- kız balkan müziği seviyormuş.
- ee nolmuş?
- hayat seçtiğimiz kadındır. kapı gıcırtısına oynayan kadınla işim olmaz.
- vayy...

öyle düşünüyordu umut. hayat seçtiğin kadındı. ne eksik ne fazlası. annesi onu döverken hiç ağlamamıştı ama henüz arka sokak entelektüeliyken kaybettiği kadın için ağlamıştı. şiir de yazmıştı aynı adla. çok yanlışlar yapmıştı cananı şiirini okuyunca kadar. o kendisini terkettiğinden beri karamsar yazıyordu, yaşadığı gibi.

- abi senin canan vardı ne oldu?
- dört sene önce bitti be oğlum. nerenizle dinliyorsunuz beni. o kadar konuştuk ya bunu.
- onu biliyoruz. hayat şeçtiğin kadınsa, ve o kadın artık yoksa sen de bitmiş olmuyor musun?

zor soruydu. saat on ikiye üç dört dakika vardı.

- "bilmem." dedi. "yaşıyorsam seçmem gereken başka bir kadın belki."

şiirin geri kalanı da şöyleydi, yaşarın isteği üzerine devam etti.

"namludan çıkan kurşuna
vurma, o daha kaldırımları seviyor
diyemiyorum, yangını izliyorum
ben daha…
sokağa çıkma yasağının olduğu gecelerde
pencerelerim açık uyuyorum." 

sultanahmet te gece muhabbetleri #1

5/17/2011 04:33:00 ÖS Posted by mistrafantastic , , 2 comments
umut ekrem'in sultanahmet teki anılarını anlattığı kitap.

1. bölüm: sen, ben ya da umut ekrem'in öykü girişi:

07.01.2004:

benim hikayeme rasgele denk gelenler, bir şekilde okumak zorunda kalanlar ve tabi ki onların sevenleri, hoş geldiniz.
zaman kazanalım ve rahatsız edici sorulardan kaçınalım diye söylüyorum ben umut ekrem.
ahmet da diyebilirsiniz. hikayede önemli olan iki karakterden biriyim. aslında en önemlisiyim ama çaktırmayın, kadınlar kontrolün kendilerinde olmasından hoşlanır.

- kısa ve şirin bir hikaye ama arkanı toplamaktan sıkıldım artık. kendi kendine konuşacağına gömleğini askıya as…

bu benim arkamı toplayan mediha abla. meliha değil. göçmen kendisi.
kendisi evin iç işleri bakanıdır. bugün çok meşgul olduğundan sizinle ilgilenemeyecek.
bendeniz fazlaca yalan söyleyen bir yazarım, etikle aram pek yoktur.
karamsar ve ketum karakterler yaratma konusunda uzmanım, şiir yaz(a)mam.
aynı zamanda kendi isteği dışında bu hikayede bulunan tek karakterim.
bu hikayeyi okumak istemiyorsanız, pek çoğunuzu üçüncü sayfa haberleri ve cinnet geçiren bir babanın kısa haberi bile memnun edebilir.
konu açılmışken, sinirlendiğimde ya da sıkıntılı olduğumda ayaklarımı çaprazladığımı göreceksiniz ya da okuyacaksınız.
bu bana ait bir özelliktir, taklit etmeyin.
bir ağrı sorunum var. daha doğrusu monotonluk problemim var. ağrı bundan kaynaklanıyor.
kim bilir, belki de yanılıyorumdur. rahat yalan söylerim çünkü. 

16 Mayıs 2011 Pazartesi

"Emr-i Kün Feyekün'e malik bir Sultan-ı Cihan'a acz tezkeresiyle istinad eden bir adamın ne pervası olabilir?"

5/16/2011 09:26:00 ÖS Posted by mistrafantastic , No comments
çok güzel bir söz söylemiştir hz ali efendimiz: "istirâhatü'n-nefs fi'l-ye's." yani; "insanın rahat bulması ve huzura ermesi başkalarının elindekinden ümit kesmekledir."

insan çok zaman "o"nu unutup, yeise ve üzüntüye düşer, düşmeli de. ama çıkışı bulmamız bu kadar uzun olmamalı. en nihayetinde acz'inin farkına varır insan, şüphesiz yaptığı hataları da görür. işte o an, utanmak ve üzülmek insan ikindi vakti hüznü kadar yakışır. herkes bilir ki, hata yapılabilir, amahatayı üstelemek, tuz, biber ve bilimum baharatları ekmek doğru değil ve dahi insanlığın şanına yakışmaz.



yapımız gereği, soyut olana değil, somut olana yönelmeye meyilliyiz. mutlaka, vakit ve emek harcadığımız dünyada, arkamızı dönmemizi beklemeyen dostlar edinmişizdir. bu dostlara sırtımızı dayamak mümkündür, ama hz. ali'nin de dediği gibi, kurtuluşumuzu dostlarımıza bağlamamalıyız, ufak tefek engelleri bu arkadaşlarla aşmalıyız.

tersini yapmamız, istanadımız esnasında korkmamıza, tereddüde düşmemize, başımızın öne eğilmesine sebep olacaktır. yapılmaması gerekeni yapan insanın, zor zamanlarda verdiği ani kararlardan pişmanlığı her zaman çift dikişe neden olmayacaktır. çünkü emir, bağışlayıcıdır, hatadan dönen ve aczini sınırların ötesine bildirene. çünkü malik, hatayı şeddeli yapmayana, rahimdir.

ufak bir not: sorunun güzelliği, cevabın nitelikli olmasında etkindir.

resim: swoboda.

14 Mayıs 2011 Cumartesi

niye bu kadar büyük ve yakından fotoğraflar?

5/14/2011 01:15:00 ÖS Posted by mistrafantastic , No comments
eskiden fotograf makinesi azdı, herkeste yoktu. kırk yılda bir çekilirdi.

daha az acı çekildiğinden mi, daha fazla mutluluk yaşandığından mı, yoksa her şeyin normal seyrinde gittiğinden midir bilmem hatıraları sıkça fotograf karesine hapsetmek istemezdi insanlar. belki de hızlı yaşamadıkları için, hafızaları daha canlı, anıları daha belirgindi.

eskiden ziyaretler daha az yapılırdı, kırk yılda bir. o an ölümsüzleşirdi toplu fotografta. biraz da bu ziyaretler belli periyotlarla olduğundan bir nevi kim gitmiş, kim kalmış vazifesi görürlerdi. her yeni bebeğin mutlaka banyodan çıktığında fotografı vardı, okula giderken, belki bir defa bayram fotografı, annesiyle, babanesiyle, dedesiyle.

artık insanlar, ayrıntıları görmek istiyorlar.o kadar tek tipleştik ki, çok yaklaşmadan farklılıkları göremiyoruz. her davranışın altında neden arıyoruz, olması gerektiği gibi olanları düşünmüyoruz. o yakından çekilen fotograflarda o korkuları, (sanki) paranoyalarımıza dayanak noktaları arıyoruz. kusursuz olmaya çalışıp, en küçük kusuru büyütüyoruz. sahi, ne zaman unuttuk bazı şeylerin nazar boncuğu olduğunu.

bu kadar yargılayıcı da olmayabiliriz. belki annesini yakından görmek isteyen gurbetteki öğrenci istemiştir, belki sevdiğini unutmamak isteyen biri istemiştir, her ayrıntısını sevmek için. sanmıyorum ama, ben kendi gözlerimden bile şüphe ediyorum artık.



p.s: acz ve fakr kardeşime sorusu için özel teşekkürlerimi iletiyorum.

13 Mayıs 2011 Cuma

Kalemi kırdım, yeni içinde kaldı.

5/13/2011 08:48:00 ÖS Posted by mistrafantastic , No comments
gökyüzüne kazınmış telkinlerim 
ellerimin uzanmadığı, kalemimdeki yasa 
çocukluğumdaki nasreddin hoca 
kazan bir doğurdu ki her taraf kazanova. 

/gidilen şehrin son kalabalığına daldım 
bitmez ölümlerinin kotası dağlanan bedenimde: 
la historia de hoy./ 

sakin sessiz sabit elime saplıyor hançeri 
donup kalan elçiler önünde esrarın gücü 
panik atak bu ritmin dolunayı 
surlardan atılan cennet bahçesinin hayalidir olsa olsa 
kalıntıları doğruluyor boğazımın içinde. 

kurtlanıp birden boy veren 
kesintilerimden kolluk kuvvetleri yapmışlar 
yanağıma dikenli teller dayanmış 
çatlayan, haykırmak isteyen kayalar 
beklediğim, sabahladığım geceler boyu -olsun- 
gelemesen de bitmiş bir hayalde 
sadece kendim için köprüler asacağım 
geçeceğim bu uçurumu. 

arada bir baktığım takvim geçen seneye ait 
kaputun üzerindeki çizikler yirmi bir 
sallantılarda omuzlarım, yelkenleri fora 
dalgalı deniz üzerinde 
sallanmayan gemi, diplerde yatmaktadır.

8 Mayıs 2011 Pazar

tükenmez kalemin sebep olduğu trafik kazası

5/08/2011 10:43:00 ÖS Posted by mistrafantastic , No comments
banka oturdum. hiç bir ülkenin atom bombası atmaya tenezzül etmeyeceği bir kent burası. ama denize kıyısı var. neyse. gelirken, yolun dibindeki yeni nesil çöp kovasının üzerine bir tükenmez kalem bıraktım. neden yaptım bilmiyorum.

geldi. açelya severim dedi, ben manolya severim dedim. sürekli bahsettiğimiz, ama hiç anlaşamadığımız bir konu bu. kızdı, bırakıyorum seni dedi, ses etmedim. omzuma vurdu. "peki." dedim sadece. getirdiğim çiçekleri kafamda paraladı. sanki avcunun içindeki bir şeyi öldürmeye çalışır gibi ellerini sıktı. ayağa kalkacak sandım, sonra tekrar oturdu. "alışamadım." dedi, omzuma bir yumruk geldi, acıtması istenmeyen.

sustuk. 3-4 bank ilerimizde, bir grup genç oturuyordu. gelen yaşlı bir dilenciye vebalı muamelesi yapıyorlardı. gözlerimi kısıyordum. hiç kimse bir şey yapmıyor ve herkes bakıyor, benim de bakmam gerekiyor sanırım. yirmili yaşlarda bir genç ayağa kalkarak yaşlı adamın elindeki kabı aldı, yere çaldı. gülüyordu ama grubundaki kızlardan biri rahatsız oluyor, kafasını öne eğiyordu. en sonunda genç, adamın ayağına vurdu, nereden geldiğini anlayamayan dilenci, ters yönde secdeye kapaklandı. tekrar kızın yanına dönen çocuk, gülmeye devam ediyordu. kız dilenciyi çoktan unutmuştu.

döndüm. gitmişti. hatta yirmi metre filan uzaklaşmıştı. dilenci yavaşça yerden kalkıyordu, yere dağılan bozukluklarını topladı. her kaybeden gibi kafasını önüne eğip, bize doğru gelmeye başladı. tam hizama geldi, çöpün üstündeki kalemi, sanki ilk kez görüyormuşçasına incelemeye başladı, geri geri geliyordu, etrafına baktı gözetleyen birileri için. geldiği yöne doğru döndüğü zaman üzerine gelen bisikletliyi farkettip, elleriyle yüzünü kapadı. yola doğru kırmak zorunda kaldı bisikletli.

beni terkeden kız yaya geçidinde bekliyordu.yola giren bisikletli kontrolsüz bir şekilde yalapalamaktaydı yol ortasında. ona çarpamamak için direksiyonu kıran araba, kıza çarptı. bisikletli yerde yatıyordu ama muhtemelen bir kaç sıyrıkla atlatacaktı olayı. araç banklardan birine daha çarpıp anca durdu. dilencinin tabağı gene yere düştü, şıngırtılar ve kornalar arasında sessizce bakakaldım. 


ölen ben olmadığım evime geri döndüm.

anlaşılamamış insana açık mektup

5/08/2011 05:21:00 ÖS Posted by mistrafantastic , , 3 comments
hayatın kendine soru sormakla geçiyor sevgili anlaşılamayan insan.

ne kadar anlaşılmak istediğini  kestiremiyorsun bir türlü. ondandır ikilemlerinin içinde savrulup gidiyorsun. kendini açık etmeken korktuğunu sandığımdan yazıyorum bu ilk bölümü. hayat akıyor, daha doğrusu hayat yaşanıyor ve zaman akıyor. insanlar yaşamayı ve zamanı bir kenara bırakıyorlar, hayat ve akış ulanıyor. sen neyleri uluyorsun, neleri kesiyorsun  devam etmek için?

şurada ve ya burada, farketmez, insanlarınçoğu senin olduğunun bile farkında değil, farkında olsa bile ne kadar anlaşıldığın onların umuru değil, onların ne kadar anlaşılamadığı da senin umrunda değil. düzen böyle. ama kendini açık etmekten ve zayıf görmekten korktuğun için anlatamıyorsun çoğu meseleni. içten içe kendini kemiren bir şekilde anlaşılmamak istiyorsun. çünkü anlaşılsan, hayır abi öyle değil diyemeyeceksin, susup kabullenme konusunda sorunların var belli ki.

karşındakilerin hepsi, tamamı, kendini olduğu gibi anlatmaz, yalan söyler demiyorum. sadece belli çerçevede konuşur, belli yerlere temas etmez, karanlıkta kalmasını istediği yerler vardır. oysa sen insanlara samimi olduğu göstermek için her şeyini açık ediyorsun. her yere yetişemediğin için anlaşılamadığını iddia ederek, suçu dile, gramere atıyorsun. yazmak için, savaşmak için nedenler oluşturuyorsun. üzerine gitmeyeceğin düşmanlar yaratıyor, içine girmeyeceğin siperler kazıyorsun. bu enerjinin seni ayakta tutacağını umuyorsun, hiç bir şey yapmadan, sadece okuyarak ve ya yatarak günlerini geçirmeyi yediremiyorsun kendine. giden bir kadının yaralamasını, anneni özlemeni dışa vurmak istemiyorsun. sonuçta birincisi sadece bir kadın, ikincisi ise seni süt çocuğu olmakla yaftalayacaklar için bir fırsat.

insan anlatamadığı ve ya anlatmadığı için anlaşılamaz der dedem bana.eğer sen olabilecek en açık şekildekendini anlatıyorsun ve buna rağmen bu durumdaysan, durma git, kendin bile o ortamdan daha iyisindir. anlıyorum. bir de kendine bak: etrafındakilere kötü gözükemiyorsun, anlaşılamadığın için onlarlasın, anlaşıldıklarından ise uzaklaştın, değişimden korktuğun, onlara bir şey veremeyeceğinden ürktün. birden çekip gider böyle durumlarda insan, çözüldüğünde.

şaşı şaşmak

5/08/2011 12:18:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , No comments

yüzlerini göstermeyen süper kahramanlar gerçek yüzlerini göstermeyen insanları korurlar.


ş'sinden şavkı kesin şahinlerin yuva yaptığı, şenlenen şekilsiz şemalsiz insanların şiddetlerini, şahsi isteğine ve şapşallığına katık edip, şaşaalı şımarıklıklarını aşırı sakinlerle karşılamışsın. şaşılası şarlatanlıklarınla gösteriş yapıp, şebekeleşmiş şebek şeflere yalakalıkta sınır tanımamışsın. şeytanlıklarına kaşık daldırıp, şurada şüreka oluşturmuşsun.


mutluluk cama benziyor. farketmiyorsun çok zaman, ama orada. şaşı baksan da üzerine gelen mutluluğu kucaklayabilirsin. 


şavkıyan şaşılardan soytarılar etrafında toplaşmış. şıppadak şifresiz şüpheciliklerinle şaibeli kişiliğini gizlemişsin. şahadetine şahit şablonu şablonuna şuursuz şuhlarla ve şakşakcılarınla topalladıklarını koştuklarına saymışsın. şallak şahsiyetine şatafatlı şefkatliliklerinle şirin şikemperver ve şom şirretliklerini şişirmişsin. şeffaf şıklıklarını şımarıklığına ve şaşkaloz şakraklıklarına şamar aşkedilmiş.


karınca ezmek için fil ürkütenler var. üzerine kuş gelse, sesini sele verip verem olacak.


*  *  *


insanları tanıdıkça kendimi daha çok seviyorum.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

beri gel, üstü kalsın

5/02/2011 12:07:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , No comments

yaşayan hiç bir sır yok; sadece yürümeye devam ediyorlar. dikkatlice bakın. bakmadıklarını göreceksiniz. 
yalnız ruhları biliyor. farkında olmalısınız. naaşlar ağarıyor gün batarken. nerede olduklarını unutmamamız için başlarında taşlar ve kaçıp gitmemeleri için etraflarında duvarlar var.
inanıyorum. herkes olmak istemediğine dönüşür. kulağa kusursuz gelen ruhsuz bayat nüshalar, pratikte işinize yarayabilirdi.
gidiyoruz. paylaşmak istediklerinizi biliyorum. (satır 1)
adını bildiğim bir yerde, nereye gideceğimi bilmeden öleceğim. 
saat önemli değil. üç saat öylece bir şey yapmadan durduktan sonra değişmeye karar verilir.. tüm korkular fethedilir, hayaller realize edilir. hayattan istenilen şeyler alınır. sadece "beni izle" der onlar ve kendi etrafında döner. ritim duygusu olmayanlar monotonluktan münezzehtir.
hayatın kordonu bir yerde kesilecek. bir kere kesilen, ikinci kere de kesilir. durugörülerin de sonu var. ıssız bir adaya düştüğünde üç tane hayalin varsa, orada ömür boyu kalırsın. 
hayatın sıcaklığı izlediğin yere göre değişir. yalnız olanlar üşümekten, mutlu olanlar sıcaklıktan bahsederler. 
ölmenin hiç bir sırrı yok, sadece uçmaya ve kağıt uçaklar yapmaya devam edin.

1 Mayıs 2011 Pazar

herkes duymalı bunu, herkese anlatmalıyım

5/01/2011 01:16:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , No comments
hilton center'da işadamı murat soner suikaste uğradı. olayda yaralanan ve ya ölen başka bir kişinin olması sevindirici olarak nitelendirilirken, olayı görenlerin şoku atlatamadıkları söyleniyor.  hayatını kaybeden murat soner'in yakınlarına ise polis tarafından koruma sağlandı.

* * *

dürbünün ucundan görünen saçları. her tarafından kalite akan bir takım elbise. yeni yapılmış dişleri. yanında (muhtemelen) parasından faydalanmak isteyen bir kadın. siyah, dizlerine kadar inen saten bir elbise. keyifler gıcır. formaliteden selamlaşmalar ve ve gülüşler. sonra sessizlik.

konuşma için kürsüye ilerliyor. alkışlar geniş olan salonda çınlıyor; bir süre sağır olacak gibi hissediyor olmalı. elini kulağına götürüp kapatmasından anlayabildiğim bu. yavaş, özgüvenli adımlar. haritadaki yerini bilmediği ülkeye yapacağı konuşma metni kürsüde. her şey hazır. gözlüklü ve yaşlı kurucu üye onun takdim konuşmasını yapıyor, bittikten sonra üye reverans. alkışlar daha seviyeli. yere bakıyor, konuşma metninin ilk cümlesi aklında.

dürbünün öte tarafında sessiz nefes alışlar. siyah bir şapka kenarları yıpranmış. parmak uçlarından kesik eldivenler, sabitlenmiş leupold soğuk. hava rüzgarsız. yere uzanıyor, silahı kavrıyor, dürbünü henüz açık değil. nefes alış verişi daha düzenli oluncaya kadar bekleyip, son bir kez daha dürbünle kontrol ediyor.

dürbün açık. hafif bir rüzgar başlıyor, yaklaşık 430 metre mesafe için rüzgar önemsiz. son nefesini alıyor. saniyede 830 metre hızla namlusundan çıkan kurşun hedefine yarım saniyenin biraz üzerinde bir sürede varıyor. kurucu üyenin üzerindeki kanı görenler çığlıklarla kaçışıyor.

silahı topluyor ve merminin kovanını alıyor.  havalandırmaya doğru yöneliyor.

* * *
olaydan bir saat sonra, televizyonda yapılan özel yayında, gazeteci yazarın söyledikleri:

sevilen bir insandı. bir çok göçmene yardımcı olmuş, hayırsever insanlardan biriydi. ailesinin başı sağolsun.



* * *

az sonra sorguya alınacağım. kız arkadaşımın ölümünden onu sorumlu tutup gazetecinin birine röportaj vermiştim. şüpheliyim. ellerinde kanıt yok. farkındalar. suçlayıcı bakışlar üzerimde, en fazla bir gün burada tutulabilirim ve yaklaşık yirmi iki saati bitti. bir şey söylemedim.

aslında metresleri ve yaptığı insan ticaretinin üzeri örtülmese bu kadar hayırsever olarak anılıp anılmayacağından emin değilim. devlet kendi yasalarına tecavüz edip bu gibi adamları koruyor. bunun üzerine gidenlerde ortadan kaldırılıyor. son giden kız arkadaşımdı. onun yaptırdığına eminim. zerre pişmanlığım yok.

içeri giriyorum. yarın gazetelere verilecek basın açıklamasında geçecek cümleleri söylüyorum. ellerimi sallayarak binadan çıkıyorum. herkesin içinde bir yılan dolaşacak acaba o muydu diye. yasalar benim tarafımda. sevilmeyeceğim. umrumda değil.

* * *

"olayın benimle bağlantısı kurulamaz. murat soner benimle devamlı görüşürdü. öldürülmesiyle alakalı değilim. olayın olduğu vakitlerde bu muhitte bulunan arkadaşlarımla görüşüyordum. sabah da sordular, öğleden sonra da. söyledim bilmediğimi. ne gariptir hep ben suçlanıyorum."