Ægroto dum anima est, spes est. (Erasmus, Adages, 2.4.12)

31 Mayıs 2010 Pazartesi

atlamayı tercih etmek

5/31/2010 05:01:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments




fondaki şarkı bitti yavrum
pilotun apandisiti patladı
uçak düşüyor
ve birlikte ölmek kulağa hoş gelse de
ben atlamayı tercih ediyorum
olur ya denize düşerim
bir gemi geçer..



hakan albayrak.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

evlat acısı gibi üç buçuk saat

5/24/2010 06:22:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic 1 comment

birileri bana kuşların uçabildiğini söylemeli.

o farkında olmasa da; asma merdivenin aralığından izlerken onu, içimden bin bir düşünce geçiyordu, her biri onu tanımlamaktan aciz. kaybolan diller kadar eşsiz bir rüzgar savurdu ipeksi saçlarını ve başladı varlık sancıları... 

"biz" ki "ben" bile diyemeyiz... yalnızlıktan. uzaklıktan.

uzanıp tutabilecekken ellerini, senin benim olduğunu bilmeyenler, benim cananım olduğumu bilmeyenler senden bahsettiler bana, senin olmadığın sahte muhabbet köşelerinde. seni sordum iyi dediler, yaşıyor işte.

çok sigara içmesin demiş benim için, öksürtüyor onu, uyuyamıyor sonra. güldüm sade ve sessiz. aramızda evlat acısı gibi üç buçuk saat varken, ben seni düşünüyordum gökten düşmeyen yağmur damlaları eşliğinde. ansızın başlayan yağmura ne kadar hazırlıklıysam sana da o kadar hazırlıklıydım.

annem ne der diye korktuğum ve uzattığım saçlar benim üniversite yıllarımın ilk yılına rastlardı, seninle aynı zamana. pantolonum diz yapmıştı seni ilk gördüğümde, belki sen o kadar da dikkat etmemişsindir. ama sahte muhabbet köşesinde hep senden bahsedilince lanet olası ekstra defterler açılıyor. eski yaralarımın kabuğu soyuluyor, tuz basılıyor acımasızca; ama simit ve ayran hala güzel.

herkes siparişini verdi, her zaman kahve söylerdim, bu sefer vişne suyu söyledim, sen onu severdin çünkü. kızardın sürekli kahve içmeme, ama sağ tarafıma yatıp da uyuyamadığım gecelerde alışmıştım kahveye, kağıtlarının köşesinde kahve izleri vardı sana yazılan şiirlerin. masamın üzerinde kültablasını ıskalayan asi küllere annem kızardı.

üstü açık uyur o hep demiş anneme açtığı telefonda, dikkat edin ona demiş. geceleri annem geliyor o günden beri, gözlüklerimi çıkarıyor ve saçlarımı elleriyle tarıyor, ben seni hayal ediyorum, kıpkırmızı gözlerim kapalı. kokunu getiren o şerefsiz yağmur burnumun direklerini sızlatıyor, annem uyumadığımı bilmesin diye çekemiyorum da. sırtımı iyice örttüğünden emin olduktan sonra odamın kapasını sessizce kapattı, ay ışığı gelirken penceremden.

sabahları daha fazla dayanamadığımdan kalkıyorum belki de, imkanım olsa her zaman uyurum. bünye daha fazlasını kaldırmıyor, çalar saatin köşesinde resmin varken uyanmamak evrenin kurallarına karşı gelmek gibi ve allah isyankarları sevmez. şıpsevdi kızgınlıklarım ve sis düdükleri vardı içimde, allah'ım sabahları bu kadar yükle uyanmak ne kadar acı!

oh be rahatladım.

hece ölçüsüz şiirler kadar güzeldin oysa sen ve annem yılmaz erdoğanın şiirlerini severdi, sigarasının ucundaki kül uzayıp giderken. uzun ve şehirlerarası yollarda sevmedim ben seni yılmaz erdoğan gibi, istanbulda trafik sıkışık olurdu ve ben yanağım cama dayalıyken seni sevdim en çok. bir yanağım soğukken diğerinden, yaşadığım onlarca duyguyu kağıtlar kaldıramazdı ve şoförle konuşmam yasaktı, yalnızdım otobüste bile.

senin için greenday dinledim, gitarımın yıpranan köşelerine bakarak.

kız kardeşim geldi yanıma. dizimin dibinde otururken beraberce izledik doğan güneşi, dinledik ezanı.

- abi seni tüm tokalarımdan daha çok seviyorum, dedi sıkıca tutarken elimi.

sustum.

annem balkonda sigara içiyordu.

sen uyuyordun.

kız kardeşim ve ben greenday dinliyorduk.

aramızda evlat acısı gibi üç buçuk saat vardı. 


6 Mayıs 2010 Perşembe

akacak yalnızlık damarda durmaz

5/06/2010 02:00:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments
herkes şikayet eder melankoliden, karamsarlıktan. ben de sevmem, içimden geçenlerin bu yönde olması benim suçum değil, sizin mutluyum ben diye kendinizi kandırmanız benim suçum değil. gerçekler acı, sezar'ın tepkisi yersiz değil: et tu, brute? * hayat budur, en beklemediğiniz anda sizi şaşırtır, yeminler edersiniz, söversiniz sayarsınız ona, ama yeniden yaşamaya devam edersiniz, sahte mutluluklarla kendinizi avutursunuz. kendi hayatınızı anlayamazken şairin hayatını anlayamazsınız.

şairi anladığını iddia edenler, akacak yalnızlığın damarda durmadığını bilmezler. anlarmış gibi yapanlar, şairin içindeki çocuğun sahte aşklara karşı kucağında biriktiği taşları atışını bilmezler. o birinci yalnızlığının üzerine ikinciyi yaşarken, siz onu anlayamazdınız, o bilirdi ve gülümserdi size, duygularını anlmasanızda. kaleminden çıkan her kelimenin yüreğinden sızan kanla yazıldığını bilmeyenler, şairin ellerinin titrediğini de bilmezler, gözlerinin dolduğunu da. şair; siz matbaadan taze çıkmış satırları okurken sıcacık yataklarınızda, müsveddelerin üzerine düşen tek bir damla gözyaşını hissetmenizi beklemez, belki düşünmez bile. o konuşlandığı yalnızlığın eteklerinde, dumanlı satırlarını hiçliğe yazar, o satırlar güneş gördüğü zaman inandırıcılığını yitirir, bilmezsiniz. sizinki ikinci el duyguları okuduğunuz bir kelimeler yığınıdır.

hiç kimse bir şairin, şiiri nasıl yazdığını merak etmememiştir, yalnızlığının eteklerinde konuşlanmışken o, belki elleri soğuktan titiriyordu satırlarını yazarken, siz gıcır gıcır kağıtlarda okurken hissedemezsiniz onu. bilmem kaç telden bestelendiğinde süper olmuş bu dediğiiz satırların oraya yakışmadığını, eğreti durduğunu bilmezsiniz siz, şairi anlamadınız, harfleri nasıl anlayacaksınız?

en fazla acı veren yara

5/06/2010 01:58:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments
kimine göre sevgi açlığıdır, kimine göre ilahi açlıktır, kimine göre bir uzvunu kullanamaktır. ama bunların hepsi yanılsamadır, en fazla acı veren yara küçük olan, kusursuzluğu bozandır: diş sızısı, traş olurken yüzü kesmek, ufak birşeyi hatırlayamamak gibi. kusursuzluğu aradığını açıkça belirtemediğinden insan, bunlar tabulardır, yıkılayamayan ve yıkılayamayacak olan. takıldığınız küçük detaylar bitirendir çoğu zaman ilişkileri, onları büyük bir sorun haline getirdikten sonra yapmanız da ikiyüzlülüğünüzdür, kimse mükemmeliyetçi olduğunu söyleyemez, söylemek istemez. o yüzden küçük sorunlar büyütülür.

detay her zaman önemlidir hayatta, ama ortalama insan bunu önemsemez, ortalamanın altı ve üstü olan insanlar bunu önemserler. yazılanın nasıl yazıldığı bu yüzden önemlidir, amaç ve verilmek istenen duygu önemli olsa da, özentisiz bir üslup bunu gölgeler her zaman. kusurluğu arayan insan az ve öz konuşan insandır, tam da bu nedenle yanlış anlaşılır/anlaşılacaktır. m,nimalist olan insan, yeni çağda dışlanmaktadır. ve az yazıp çok düşünen insan, çabuk tüketildiğinden kaybolmaktadır. güme gide onlarca yazar ve şair bunu doğrular niteliktedir.

en derin kelimeler en az harf barındıranlardır: aşk ve acı. o yüzden şiirler ve yazılar bunlar üzerine yazılır.

kalktım
yıkadım yüzümü serin suda
birkaç parça pamuk ve birkaç damla kolonya
kapattım kanayan yaralarımı
bazen en fazla acı veren
küçük gözkenlerdir...
havârîk duygular yitip giderken
devrik cümleler
doğru duygular benim
buz gibi ellerim
dua ederken titreyerek
şahidimdi esen rüzgar benim
kuzeyden esen
güneye giden...

herkesinkinden kısa bir ömür

5/06/2010 01:56:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments

yaşamak zordur, hele ki trenlere alışık değilseniz. ama alışıksanız biraz daha çekilebilirdir hayat, köşeli gözlüklerinizin ardından baktığınız bloknotunuza tuttuğunuz notlar daha bir şiire benzer, dinlediğiniz şarkılar kulaklarınızı tırmalamaz...

yaşamak zordur, 32 dişinizle gülebiliyorsanız, herkes sizi mutlu zanneder. ama alışıksanız çürük dişlerinizin sızısına, konuştuğunuz kelimeler daha realist gelir kulağınıza, gereksiz gülmek zorunda kalmazsınız saçma sapan esprilere, yolunuza gidersiniz dilediğinizce...

yaşamak zordur, eğer omuzlarınız genişse, insanlar güçlü olmanızı bekler. ama düşükse omuzlarınız, insanlar size daha fazla yüklenmezler, oturduğunuz köşe başında yazdığınız kendi halinizdeki şiirlere insanlar gülmez, sigara içmenizi yadırgamaz, dinlenilen bir şiir sonrası duygulanmanız hor görülmez...

yaşamak zordur, sigara içmiyorsanız, insanlar sizden sigara kokusundan rahatsız olmanızı bekler, çakmaklara savaş açmanızı. ama içiyorsanız sigara, ikinci değil üçüncü sınıf insansınızdır, yazdığınız şiirler değersizleşir, bahara bir umut yüklemezsiniz, ve alışırsınız sararmış tırnaklara, ve beklemezsiniz insanların sizi anlamasını...

yaşamak zordur, 9 ayını tamalayıp doğmuş bir bebekseniz, herkes normal olmanızı bekler. ama prematüre bir bebekseniz, herkes sizin gözünüzün içine bakar, ne zaman hastalanacak diye, çelimsizliğinizi kimse dert etmez, alamadığınız kilolar ve güçsüz kanınız sizden davacı olmaz, şifa niyetine içersiniz o duygu yüklü şiirleri...

yaşamak zordur, doğuda doğan bir güneşseniz, herkes sizin birşeyleri düzeltmenizi bekler. ama doğuda doğan bir çocuksanız, okumanız kimsenin umrunda değildir, esen kurşunların arasında yolunuzu bulmanız kimsenin umrunda değildir, kışın çok yağışlı günlerde gittiğiniz okulunuzun kapalı olması...

yaşamak zordur, eğer ustaysanız, hataları düzeltmeniz beklenir ve hata yapmazsınız. ama eğer çıraksanız, ilk yaptığını hatada kapı dışarı edilmeniz normaldir ve görerek öğrenmelisinizdir herşeyi, ustanıza arap sabunu uzatmalısınız kendinizden önce ve aşık olamazsınız, çünkü çıraksınız...

yaşamak zordur, şair değilseniz, duygularınızı başkalarını kelimeleriyle ifade edersiniz, fabrika malı duygularla yaşarsınız. ama eğer şairseniz, küçük düşmeye alışırsınız, verdiğiniz boş kağıda bile anlamlar yüklenir, içtiğiniz sigara dumanlarken başınızı, yazdığınız satırları saklamazsınız, beyhude bir çaba gösterirsiniz aşkla olan savaşınızda ve koca bir çınar olmanızı bekler babanız, kökleriniz sevgiline uzanamasa bile başka aşklara stabilize yollar oluşturursunuz istemsiz, ve sevinirsiniz, sırtınıza sağlanan o ilk bıçağı unatamazsınız ve akan kanla yazarsınız satırları, çıplak ve gergin ellerinizle yazdıığınız satırlara insanlar anlamlar yükler ve alıkşlar yalandır, ve arkadaki fon müziği hayattır, derinden gelen ney sesi ve terkedene armağan edilir en içten satırlar...

derinden gelen ney sesi

5/06/2010 01:46:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments

ilkokul üçten terk bir insandı, köyün tek yazarıydı, belki okuyanı çoktu ama köyün yazarı yoktu, şairi yoktu.

tüm sevgililere yazılan satırlar onundu ve kızlar onu bilmezdi, zaten kimsesiz bir adamı kim bilsindi. evine sadece bayramlarda uğranır, ramazansa şeker, çorba filan bırakılırdı, kurbansa et gelirdi, genç kızlar getirmezdi onları da, teyzeler getirirdi, güvenilmezdi kimsesiz bir insanı, neme lazımdı. böyle yazardı hep, satırlarında hep bir terkedilmişlik vardı. benim gibi biriyle konuşunca (hem de şehirdeydik üstelik, deplasmandaydı yani), kendisi gibi birini görünce şaşırdı, yazar olma iddiası olan birini görünce dahi şaşırmış ve yalnızlığı biraz olsun azalmıştı ve bu, çayını karıştırmasından dahi anlaşılıyordu, sesler daha bir neşeliydi sanki. gözleri değil, elleri gülüyordu sanki, kalemi tutan iki parmağı üvey de olsa kardeşini bulmuştu çünkü.

çayını içerken o bir yandan anlatıyordu hikayesini, kısa ama özdü:

" tüm erkekler kızlara, kız dememe bakma nişanlılarına, yazdıkları şiirleri bana yazdırırlardı, kızlar da bunlara vurulurlardı. benim neyim eksik dedim bir gün, sevdiğim bir kıza şiir yazdım bende, götürdüm ona, anası evden çıkmıştı, buda kapılarının önünde başka bir kıza fal bakıyordu narin elleriyle. o kadar güzeldi ki ona adanan kelimler onu anlatmaya acizdi, benim bildiğim güzel kelimeleri o bilmezdi, onun bildikleri onu anlatmazdı...

işte böyle arkadaş köydeki kızı sevdin mi, kolaylıkları da var zorlukları da var, neyse kelimeleri aştım, yazdım şiirimi, elimde saman kağıdıyla gittim, ben gelirken diğer kız ayrıldı anlamış gibi,

- sana şiir yazdım, dedim...
- o ne ola?

işte böyleydi gel de anlat şiirin ne olduğunu, sevilenlere yazıldğını, acıları anlattığını, aşkı anllattığını..

- hani sabahları okurduk ya istiklal marşını, ona benzer biraz...
- marş mı yazdın bana?

içimdeki ona yükselen bir marştı aslında ve ben analatamazdım arkadaşım bunu ona, söyleyemezdim, sevigliye yazılan şiirlerin marş olduğunu... "

- okuyayım bunu sana?
- dur bakem, ben neyimi getirem ben üfleyem sen oku, öle olmaz sade sesle...

beklemiyordum bunu ve titremeye başladım ben. (burada elleri de titremeye başladı nedense ve ben ona söylemedim, sesi çatallanmasın diye.) elimdeki kağıdadeğen yerler terlemeye başlamıştı, ve ney çıktı kılıfından. öyle derinden üflemeye başladı ki, birkaç dakika dinledikten sonra okumaya başlayabildim, şiirimi, sevgiliye yazılan marşımı, göz etmese bana oku diye, belki de hiç başlayamazdım, şimdi böyle dememe bakma...

(şiiri okuyacaktı kahvede, bir sigara daha yaktı filteresiz...)

neyin en acıklı yerinde girdim söze:

kayıplarda ruhum,
sen, benim en güzelim,
naif sesin ve miskten güzel kokun
toprak yolarında gönlümün
çatlaklar yarattın istemsiz
güneş gibiydin, sen dışarı çıkınca başlardı benim günüm.

geceler boyu beni yiyen kaygılarım
sabahlara kadar terleyişim
kollarımda sensizliğim
biterdi sen çıkınca dışarı
senin çıkışını beklemek o kapıdan
uzaklardan izlemek o çıkışını,
örtünün dalgalanması ama saçının gözükmeyişi
aşkımın masumiyetiydi adeta...

o tarafa bakacaksın diye ödüm kopardı aslında,
bilemezdin,
baksan belki de çekemezdim gözlerimi senden
gözlerinin mercan yeşilinden
örtünün naif çiçeğinden.

tuttuğum günlük ve senin hakkındaki onlarca not,
hepsi sonsöz niyetiyle yazılmış,
hepsi önsöz dahi olmayı başaramamış,
hiçbiri seni anlatamaz
terlemelerimi
terlemelerimi ve soğumalarımı
sıcağı ve soğuğu
gözlerindeki o derin yeşili,
sonsuzluğu,
hiçkimseyi beklemeyen o sisi,
o sisin içinden zor seçilen beni
kabul et mahremine,
uzat elini, ellerime..."

kendine dönen semazen

5/06/2010 01:41:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments

mevlana başkaydı.

etrafındaki onca turiste ve görevliye aldırmadan kendi etrafında dönerek bakıyordu, mevlananın yattığı yere. bir tarafta betonarme binalar geliyordu gözünün önüne, bir tarafta yeşil kubbe, onun önünde eski yapıtlar, sürekli dönüyordu, ta ki, birkaç turist onu durdurup fotograflarını çekemesini isteyene kadar. fotografı çekti ve nazik bir şekilde veda etti, avluya girme vakti gelmişti. heyecanını zor bela bastırarak kalabalığın içine karıştı, ödemeyi yaptı ve içeri girdi.

çıkmaz yollarına saplandığı onca farklı sevgiden, sevgiliden sonra, sonunda gerçek aşkı bulmuş mevlana'nın mekanındaydı. sanki derinlerden mistik bir ney sesi geliyordu, ama nerden geldiğini bulamadı bir türlü ve aramaktan vazgeçti. duvarların üzerindeki hat'ları tek tek inceledi, hepi ayrı bir aşkla yapılmıştı, dünyevi bir değerle ölçülemezdi şu elif mesela, ya da şu vav harfindeki hüzün; şairlerin anlattığından farklıydı, şu lam elif; yazarların anlattığından daha fazla anlatıyordu aşkı sanki. ellerini dokunamasa bile hissediyordu sanki yapılışlarını: yan odadan gelen bir ney sesi, bunun dışında hiç bir sese yer olmayan bir mekan, sadece bir camdan giren ışık, yere saçılmış boyalar, ellerine bulaşmış bıyayla çalışan sakallı bir hattat, evet böyle olmalıydı...

kendine ne boş geliyordu, yazdığı şiirler, gerçek bile olmayan, olamayacak olan sevgiler için yazdığı. yazılan onlarca satırın leyladan mevlaya olması gerekirken, leyladan öteye gidememesi ne çok yaralıyordu onu. umudu vardı artık, gerçek aşkı, kendine dönen bir semazen gibi kollarını açarak mevlaya, dönecekti, onun aşkıyla şarhoş olana denk, o'na bir türlü edemediği duaları edecekti, kapanan gözlerini açacaktı...

yeşil türbeye girdiğinde, daha farklı oldu sanki herşey, hava birden sıktı ruhunu, boynu büküldü ama pes etmedi. türbelere çaput bağlamazdı, ama bunu mevlanaya, pîr'e yapılan bir ziyaretti bu. aşk'ın nereye getirdiğini görmekti aslında amacı, pîr bile olsan dünya sana kalmıyordu işte, gelenler onu anlamaktan acizdi, ney'i anlamaktan acizdi, hat'ı anlamaktan acizdi gelenler, aşkı nasıl anlasınlardı? arayışı nasıl bilebilirlerdi ki? uzaktı veda sözleri pîrin mekanını terkederken, geleceğim dedi gene.

tekrardan çıktığında avluya, kimsecikler yoktu, etrafında dönmeye başladı, birisini görmek için, bir çift göz aradı. güneş kızıla çalıyordu ama daha akşam olmasına çok vardı, dönmeye başladı, güneşi arıyordu bu sefer ama o da yoktu semada... bu kızıllığa ve kimsesizliğe, bir de ney sesi eşlik ediyordu şimdi, onu aramak için dönmeye başladı ama bulamıyordu geldiği sesi. çıldıracak gibiydi, beynindeki damarlar patlarcasına şişmişti, ellerini açabildiği kadar açtı ve dönmeye başladı. kızıllık dağılmaya başladı böyle yapınca, yavaş yavaş beyaz bir ışıkbile geliyor denebilirdiaslında, neyin sesi de daha derinden geliyordu şimdi, dönmeye devam etti, hafiften bir esinti vardı şimdi kulaklarında, ne güzel, terini alıyordu ve neyle müthiş bir uyumu vardı. hafifliyordu sanki, elleri acıyordu ama ve dua etmeye başladı:

"

Rabbim;

bütün günahlarıma tövbe ediyorum, senden başka olana yüz çevirdim.

şüphesiz en herşeye kadirsin, beni senin yolun üzerine eyle.

sen rahmansın rabbim, ben senin bir aciz kulunum, günahlarıma tövbe ediyorum...

ellerimi senden başkasına açmadım rabbim, günahlarım için af dileniyorum...

şüphesiz ancak sen affedersin beni...

ben senin kapındaki tokmağın üzerindeki toz değilim...

affına geldim, ellerimi açtım rabb!

"

dedi ve bayıldı. etrafındaki onca insanı farketmemişti, ve dönmeye başlamıştı ve dua etmişti, herkes şaşkındı ama kimse müdahale etmemişti ona. kimse de yaklaşamıyordu, ak sakallı bir dede, şalvarı ve takkesiyle yavaş yavaş girdi kapıdan, eğildi yüzüne doğru, ıslak mediliyle sildi yüzünü ve uyandı adam. dede önde, kendine dönen semazen arkada, avluyu terkettiler...

parkeleri sayan adam

5/06/2010 01:36:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments

"parkeleri sayarken görebilirsiniz beni, yuvarlak parkeler için belediyeye kızarım, insanların bakışlarını üzerimde hissettiğimde yavaşça gülümserim ve çevremdeki sesleri değil bakışları hissederim. "

2 kilometrelik bir parkeli yolun başındaydı, ellerini cebine attı, mp3 çlarını çıkarttı, siyah kulaklarını çıkarttı, daha sonra karışan kabloları birbirbirnden ayırdı, ve sıradaki şarkıyı dinlemeye başladı:

"
he's not the man you see at home
he's someone else inside
his life's no longer his own
he's someone else inside
creepin' up when you're alone
and now he stands inside
he wants to take you to hell
but for him it's heaven
"

şapkasını düzeltti ve yürümeye başladı, önce bir çift yanından geçti, ama ilişkilerinin uzun sürmesini beklemiyordu, çünkü ayakkabılar uyuşmuyordu, biri kundura, diğeri spor giyiniyordu çünkü. devam etti yürümeye, yerde birçok bankomat fişi vardı, bugün maaş çeken çok insan olmalıydı, ya da para yatırmayla alakalı olay vardı bugünlerde, bilemiyordu, ülke gündemini o kadar takip etmiyordu. kahve köşelerinde elinde çayla ülke kurtaran bir adam olmamıştı hiçbir zaman, birine çarptı, ağzını açmadan özür diler gibi bir ahreket yaptı, ne hakkında düşündüğünü unuttu.

sonra bir çift kırımızı rugan gördü, şarkı değişti, ruh dünyası da değişti, parkeler köşeli olanlardan yuvarlak olanlara geçti, ruhu sıkılıyordu. aklına gene gelmişti en büyük başarısızlığı.. küfretmemek için bir sigara yaktı, siyah ve karanfilli. küçük bir çocuk ona baktı, o dabakışlarıyla karşılık verdi, sonra boylu boyunca yere secde etti. sinirle arkasını dönünce gördü başarısızlığını, gülümsüyordu, üstünü başını silkedi başarısızlık, ellerini çekmesini istedi üzerinden. ama içinden yaptı bunu, çünkü dokunsa yakardı tenini başarısızlık, biliyordu.

kulaklığının tekini çıkardı ve yürümeye başladılar; başarızlık ve başarısız. o parkeleri saymaya devam ederken, başarısızlığın sesi ve çalan müzik birbirini tamamlıyordu, heyecanla anlatıyordu ama parkeleri sayan adamın içi bin parçaya bölünüyordu. başarısızlık da çok sevmişti onu, ama başka birini daha çok sevmişti, parkeleri seven adamın verecek daha fazla sevgisi yoktu ve kaybetmişti onu. başarısızlık hala anlatıyordu eski anıları, o hep ağaçlara bakarak yürüyordu, yanındakine inat ve parkeleri sayan adama dedi: "ben seni hala seviyorum". ağaçlara bakan başarısızlık durdu, ama dumadı başarısız. sonra koşar adım geldi,

- ee, ne diyorsun, dedi.
- şimdi olmaz, daha ikindi vakti, dedi parkeleri sayan adam...

ve elini cebine attı, yürümeye devam ettiler, rüzgar kuzeyden esiyordu, ve hava soğumuştu. başarıszlık da kafasını eğmişti önüne ve yürüyorlardı... artık ikisi de başarısızdı sanki, belki de yanılıyordu ama görünen buydu dışarıdan. parkeleri sayan adam kestane aldı, başarısızlığa. çok severdi biiliyordu, ve elini cebine attı tekrardan, şapkasını iyice önüne eğdi. diğer kulaklığını da çıkardı ve müziği kapattı. yıllardır cebinde taşıdığı kağıdı çıkarmanın vakti gelmişti, bunca yıl beklediği an, işte elindeydi herşey ama yapmak istemiyordu...

başarısızlık da konuşmuyordu artık ama arkasından spontane bir şiir gelecekti parkeleri sayan adamdan, biliyordu. vurgusuz, kimseyi suçlamayan ve bir cavap niteliği taşıyan, her mısranın sonu kendinizi belirleyeceğiniz...

iki kilometrelik yolun sonuna gelindi, parkeleri sayan adam kafasını kaldırmadı, parkelere bakarak birkaç mısra okudu, herkesin içinde, şehrin en kalabalık yerinde:

"
seni aradım günler boyu
ama bulamayınca yalnızlığı aradım
karanlığa düştüm, üstüm kirlendi
şapka aldım ve saçlarım güçsüzleşti,
anneme yalan söyledim, dolaptaki şurubu içmiştim aslında,
hayatım imla hatasıydı oysa,
ben senden ayrı yazılamazdım
yüksek kaldırımlarda otururken
galatayı seyrettim,
seni düşündüm, sonra anlatırım.
zokayı yuttum
buz gibi derin suda,
çırpındım
avcının işini kolaylaştırdım
sudan çıktım
üşümedim, seni aradım tekrar
parkeleri sayarken geldin
şansa inanmam
ama matematiğe inancım arttı.
"

iyi insanların intikamı

5/06/2010 01:10:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments

geri dur ve bana iyi deme.

iyi insan kavramı, bazılarının üzerine, diğerlerinin kendilerini rahatlatmak için attığı bir yaftadır.

buna mukabil; insanlar, iyilerin intikam almayacağını düşünürler, ya da ona inanmak isterler. bu insanların yalnız olmasını da iyiliklerine bağlarlar, çevrelerinin geniş olmasını da. bu tezatı göremeyen insan çoktur. iyiler de intikam alırlar. ama siz bunu istediğiniz kadar yumuşatarak, farklı yerlere çekersiniz. bu, alınan intikamın mahiyetini değiştirmek, hoşgörünün ardına sığınıp, istediğini yaptırmak.

bazen susmak, en iyi intikam biçimidir, kişi kendi vicdanınla başbaşa bırakılırç vidanıyla başbaşa kalan bunu intikama yormaz, yormak istemez. iyiler intikam alırsa kötü olur diye düşünür çünkü. sen öyle san.istediğini yap iyilere, nasılsa onlar kaldırılar kötü durumları, en büyük acıları bile büyük bir sakinlikle dinlerler, yere düştüğünde kaldırılar. ama öyle bir an gelir ki, hiçkimse o durumu kaldıramaz, olduğundan başka görünmeye tahammül edemez artık, susar, susar ki, artık insanlar kendi dertleriyle kendileri başetsin.

iyi insan ya da kötü insan yoktur. bunlar sizin kafanızda kendinizi rahatlatmak, hareket alanınızı enişletmek, toplumsal sorumluklarınızı azaltmak için ortaya çıkan düşüncedir. insanın yüzüne iyi olduğunu söylemek, onu baskı altına almaktır, intikam almamasını engellemek içindir. onu insanı vasıfların uzaklaştırıp, kendi nefsinize yaptıramadıklarınızı onun üzerine yıkmaktır. bunun en açık örneği ise, bir kişi tarafından iyi olarak nitelenen insanın, ertesi gün aynı kişi tarafından kötü olarak nitelenmesidir. bu neresinden bakarsan bak ikiyüzlülüktür.

sen onu kafanda nasıl bir mertebeye yükselttiysen artık, elinden ekmeğini, başından başörtüsünü alınca, camisine gitmesine laf etmeyeceğini sanıyorsun. müslüman iyidir, kin tutmaz, intikam almaz. yalan. müslüman müslümandır, ama önce insandır. insanî olan herşeyde ve her yerde intikam duygusu olacaktır. sen kendi klavyenin bile kralı olunca çekilmez bir adam oluyorsun zaten. sonra da çıkıyorsun müslüman iyidir, güzeldir hoştur. önce bir aynaya bak, sen kendi iyi kavramında bile sırıtıyorsun.

iyi insanların intikamları bilinmez, çünkü intikam almadan önce kötü olmuşlardır, bazılarının kafalarında iyi ve ya kötü diye yer etmişlerdir. kim inanınca göre hareket ettiyse, dünyanın herhangi bir yeri olabilir bu, buna kötü gözle bakıldı hep, atesitin kendini savunmasına, agnostikin ya da bir müslümanın savunmasına. ama herkes, önce insandı, herkesin derdini taşıyamazdı, kendi dertlerini dahi taşıyamazken. kendini savunabilirdi ama başkalarının iyi yaftasından kurtulamadığı için yapmadı, yapamadı bunu. insan olamazdı o, o bir melekti ya da şeytandı, üniversitenin önünde eylem yapamazdı, iyiydi. taksimde eylem yapamazdı, işçiydi, komünistti. insan değildi, kötücüldü kimine göre.

ben bir insanım, bu teori baştan aşağıya yalanlanabilir, çökebilir, ama tarih boyunca insanların hoşgörüsünden yaralanıp, parazit gibi yaşayanların ikiyüzlülükleri devam edecktir. sonra iyiler faklı bir şey yaptıklarında ya da tokat gibi cevap verdiklerinde hoşgörüsüz diye yaftayı yiyecekler, narsist olacaklardır, önce kendi iyilikleri düşündükleri için, protest olacaklardır, haklarını savundukları için. artık nasıl yaftalanabilirse bir insan.

eğer iyilerin bir intikam çeşidi varsa budur bence: uysal atın çiftesi. herkes insan ve herkesin sınırı var. geri dur ve bana iyi deme.

meskun mahalde suskun kalmak

5/06/2010 01:07:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments
pencere önünde solan çiçeğin verdiği huzurla oturuyordu, ne yapsa kurtarmamıştı çiçeği: toprak değişimi, yer değişimi, su verme sıklığını değiştirmesi dahi. cinayet mahalinde oturuyordu, etrafını tebeşirle çizmişti. otopsi yapılcaktı, sonuç belli olacaktı.

hayat sıkıcı filan değildi, mesela bu sivrisinek, geçen gün kendisini sokandı. kendisi iş üstünde yakalanamadığı için delil yetersizliğinden beraat etmişti. kolundaki izi delil saymamıştılar. zaten adaleti yoktu bu dünyanın. meskun mahalde suskun kalmak, adalete yardımcı olmaktı, iyi bir vatandaş olmaktı. belirli izlerle sağlamayan adalete güvenmekti. gözyaşı geçer akçe değildi, zor da olsa öğrenmişti. solan çiçek bile canlanmamıştı çünkü.

ayağının dibinde bir böcek vardı, türü cinsi belli değildi, ama evlerde görülen, annesinin ufak kürekle dışarı attığı cinsten. eğildi ve izlemeye başladı, acayip acayip hareketler yapıyordu, birini mi arıyordu nedir. sonra böcek çember çizmekten vazgeçip düz bir hat üzerinde kısır döngüye girdi. aklına annesinin yaptığı kısır geldi, karnından yükselen ambulans sesine kulak vermemeye çalışarak kahvesine uzandı, bir de sigara yaktı.

böcek hala düz bir hat üzerinde kısır döngüdeydi. uzandı ve kasetçaları açtı, sessizce etrafı kontrol ederek perdeleri kapattı. şağıdaki odaları kontrol etti, hiçkimseyi ürkütmemeliydi. pencereleri tek tek kapadı, evin arka bahçeye açılan kapısını da sürgüledikten sonra, kırmızısı az olan beyaz spor ayakkabısının altını sildi; sessiz ve sakindi. birazdan yapacağı şey için heyecanlıydı ama belli etmiyordu. ayakkabılar hazırdı, ön kapıya burada değilim diye bir not yapıştırdı, kapıyı arkadan kilitledi, anahtarı vestiyere bıraktı. üstündekileri siyah olanlarla değiştirdi, ayakkabılarının zıtlığı gayet güzeldi, cinayet silahı zaten parlardı. yavaşça merdivenlerden çıktı, böceğin olduğu odaya girdi. kasetçalara başka bir kaset koydu. klasik müzik gayet güzeldi, rahatlamak için. kontrbas artık iyiden iyiye hissedilirken eserde, böcek tahta zeminin tam ortasına geldi.

oturduğu sandalyeden kalktı, ayaklarını omuz genişliğinde açtı. böcek ona bakıyordu, ama açıkta olan koluna sivrisinek konmuştu, onunla uğraşacak vakti yoktu, daha öncemli işleri vardı. sineği kovaladı, bir iki vızıldamadan sonra, tanık sandalyesine oturmak için geçerli ve yeterli yere yerleşti. kontrbas iyice hissediliyordu ve yavaşça attı sol ayağını öne, destek ayağı tamamdı. sağ ayağı ağır çekimde kalktı, onlarca kas harekete geçmişti beynin azmettirmesiyle. yıllardır çocukları rahatsız eden bu böcek hayatının son anlarına yaklaşırken, gözlerini kurbanının üzerinden çekmedi, ve kaslar gevşeme hareketi yaparken, beyaz ayakkabının temiz tabanı, siyah böceğin kabuğunu ezdi. işte buydu, onlarca çocuğun intikamı alınmıştı.

cinayet mahalini temizledi, geride biz bırakmamıştı. kahvesini tazeledi ve camı açtı. sivrisinek, bir iki döndükten sonra lambanın etrafında camdan dışarı çıktı, gözden kayboldu. canına susamamıştı. yan flüt huzur vericiydi. arasıra aynada gördüğü sevememişti bir türlü, kısır olsa da yesek diye aklından geçirdi.

bir ipi eksik kukla

5/06/2010 01:04:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments

saat kaç diye sordu sokaktan biri, saat taşımazdı, bire yaklaşıyor olmalı dedi ve yüzüne dik dik bakarak yanından geçti adamın. ne yapacaktı saati, bu saatte buradan kalkan araba da olmazdı zaten. insanlar kuklalardı ve özgür olduklarnı sanıyorlardı. yaptıkları herşeyi birilerinin kontrollerinde yapıyorlardı, en özgür olanlarının bir tane ipi eksikti o kadar.

özgürlük o kadar birşey değildi belki de, zaten tüm iyi olan şeyleri devlet getrmiyor muydu. fazla özgürlük iyi olsa, onu da verirdi devlet. babannesi böyle demişti, nasıl bir inanmışlıktı bilmezdi. devlet kuklayı kontrol ederdi, ona güç vermezdi, duygusal bağı olmazdı halkıyla.

sevgilinn seni herşeyden çok sevceğine inanmak gibiydi bu, olmayacak birşeydi. eğer ilk seven sensen, kukla da sensin sevdada, o yüzden karşındakinin seni sevmesini -hem de herşeyden çok- bekleme. yanan ve kül olan sensin her zaman, gitmemesi için yalvaran, geceleri sigarsızlıktan kilometrelerce yürüyüp, kibritin kükürtlü kokusunda onu düşünen... ama bir kuklasın sen, seni sevmese bile seni kontrol eder, bir gülüşüne herşeyi yaparsın, mutlu rolünü bile oynarsın. ondan başkasına bakmadığın bir dünyaya kendini hapsedersin, kendi ellerinle.

yürümeye devam etti, benzin istasyonuna daha bir kilometreden fazla vardı..

terkedilmek kötüydü be, aç karna alınan aşklar da halsizlik yapıyordu zaten.

sessizliği kutuya saklamak

5/06/2010 12:43:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments

sessizliği sakladığı kutusunun kapağını kapattı ve bir sigara yaktı balkonda, sonsuz uykusu için yeteri kadar toplamıştı sessizlik, yıllar sonra huzur gelecekti. sonunda yatmaya hazırdı. herkes o kutuda ne olduğunu merak ederdi, ama ayhan ne açtırıdı kutuyu ne de söylerdi içinde ne olduğunu.

sessizliği istiyordu sadece, dört başlı yılanlar ya da kurşunlar olmasındı, güzel bir gül ya da sevdiği biri olmasındı rüyasında, boşuna umutlanmak istemiyordu. o kaldırıma benziyordu gittikçe, gittikçe sessizleşiyordu hayatı. telefonu günlerdir çalmıyordu, tek konuştuğu insan da apartman görevlisiydi, onla da hayatını devam ettirmek için konuşuyordu: yeme içgüdüsü. kitapları da bir kenara duruyordu öylece, bazıları açık, bazıları kapalı, işi bitmiş, çağının gerisinde kalmış, bir sonraki açılışına kadar yalnızlığa terkedilmiş.

gecenin bir vakti izlediği kaldırımın bile kardeşleri vardı, anıları vardı oysa. sesleri duyabiliyordu ve sonsuz bir açlıkla dinliyordu insanları, sokakları. balkondan herkesi alabilecek bir sonsuzlukta görünüyordu şehir. genin bu vaktinde yanan ışıklar herkes için farklıydı; bir fotografçı için harika bir manzara, umutsuz biri için umut, gece uyanan bebeği için uyanan anne için kendini yalnız hissetmemek gibi etkileri vardı. karanlıkta parlayan bir nokta, ufacık bile olsa herkes için farklı anlamlar taşıyordu.

kahvesinden bir yudum daha aldı. tek kişilik odasına dönüp baktı, yalnızlığın tetiklediği düzensizlik içinde yatıyordu günlerdir. en büyük korkuları yastığının içindeydi, kafasını koymaya çekiniyordu o yüzden yastığa ama eninde sonunda gün orada bitiyordu. bilgisayarının ışığını gece lambası niyetine kullanıyordu bazen, yastığının içinden gelen sesleri bastırması için birkaç müzik açıyordu. rüyasız bir uyku için dua ediyordu uyuyana kadar. istedikleri oldu duaları kabul oldu sonunda...

kutuyu açtı sessiz bir günün gecesinde, sessiz ve neredeyse karanlık bir odada rüyasız bir uykudayken vefat etti ayhan. çocuk yok, aile yok. arkasında ağlayan da olmadı, dinlediği anıları sandığına hapsetmişti, sonra da kimse bulamadı sandığı.

ve komasına giren bir yazı : tükenen tükenmez kalem

5/06/2010 12:32:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments

yalnızlığını vestiyere bırakıp içeri girdi.

kahve falına inanmazdı ama üç vakte kadar dört ölüm haberi duymuştu, üçü asoşıyeytıttan birini gazeteden. istemsiz bir şekilde fatiha okumuştu hepsinin ardından, acaba kimse okuyor mu diye düşünmeden, dinleri umrunda olmadan. tanımadığı kimselere karşılıksız iyilikler yapıyordu ama rahatlayamıyordu bir türlü. gidecek yeri olsa hiç beklemezdi ama bütün yollar ona çıkıyordu, o ise son sürat girilen viraj gibiydi, kaza kaçınılmazdı. onu kendinde yaşatmayı denemişti, az kalsın ölüyordu, ucuz yırtmıştı. sevdiği birkaç kadınla bir kaç farklı hayatı olmuştu, ama onlar giderken herşeyi almışlardı ondan. dört duvarla ve onların kokularıyla başbaşa kalmıştı.

seksenlerden bir rock müzik parçası açtı, birkaç bisküvi çıkardı ve kahvesini aldı ve geçti tek kişilik koltuğundaki iki kişilik yalnızlığına. karşısındaki tablo "çektiğin acıların bedeli ben miyim" der gibi ona bakıyordu. ama öyle değildi. beyaz gömlek ve mavi kravatla çekildiği fotoğrafın bu olayla uzaktan yakından alakası yoktu. arıyordu aylardır pişmanlıkla, kopardığı bağlarını. kimselerin görmesini istemedği o mabedinde yalnızdı şimdi sırf bu yüzden. yüzüne kapanan onca kapıyı kendisi kapatmıştı daha onca onların yüzlerine. hiç birşey yağmadan öylece gizlemişti kendini, çoğu insanla alay etmişti, yarım kalmıştı ama sonunda. bir türlü başlamıyordu kendi kıyameti. yalnızlığı dur durak bilmeden ilerlerken, uyurken ölüyordu ve her sabah yeniden diriliyordu.

koşulsuz sevmemişti hiç, bir çocuk gibi hep karşılık beklemişti, bir çikolata beklemişti fıstıksız, fıstığa alerjisi vardı çünkü. kimseye boyun eğmemişti ama kimse görmemişti bunları. akıllarda alaycı ve umursamaz biri olarak kalmıştı. yaşı kemale ermeden yaşadığı üç sevda kendisiyle beraber ölmüştü ve sonsuz bir kış uykusuna girmişti gönlü, biriktiridiği sevgi olmadığı için bu uykudan sağ çıkamayacağını hissediyordu. güneşle arasına perdeler çekmişti ve zehirlenmişti kalemi. yalnızlığı daha fazla yazıyordu ve tükenmez kalemler tükeniyordu. elinde hiç birşey kalmayıncaya ve daha fazla dayanamayacağını hissedene kadar yazıyordu. yazdıkça işkence ediyordu ve geriye kalan kelimrler rüyalarına giriyordu her seferinde ama nerede hata yaptığını bulamıyordu.

ağlasa, yalvarsa, bağırsa birşey farktmeyecekti, yazmaktan başka bir çaresi yoktu ve kendi kazığı çukurun dibini boylamasına az kalmıştı. hayat yalnız yaşanmazdı ve kahrolası yalıtım yüzünden sesini duyan yoktu. ilk değildi bu son olmayacaktı, avazı çıktığı kadar bağırıp tükenmez kalem tükenene kadar yazacaktı, bu gece için şarjını bitirip yatacaktı. karanlık sokaklarda arkasından koşan katilden kaçarken saatin alarmına yakalanacaktı ve diş fırçasının işkencesine maruz kaldıktan sonra, acı kahve içip uyanacak, sabahın ilk sigarasıyla yaşama dönecekti tekrardan.

sevginin faturasını geç ödediği için aşkını kesmişlerdi, yalnızlığının karanlığında umudun mumlarıyla idare ediyordu. herkes neden düşman diye sordu kendine, unutmuşlardı çünkü, nuh'un nefesini. bateri solosuyla beraber gerçek hayata döndü ve yeniden bir kahve yaptı. olanların tek sebebi kendisi gibi davranmıştı önce ve gülüp geçmişti ama üzerine düşünmemişti çok. kendisini işin içinden çıkarınca görünmeyen yaraları kabuk bağlamıştı aslında. çok da kurcalamaya gerek yoktu.

kurtar beni bu azaptan anne, dedi ve ses gelmedi. hayat o kadar acımasızdı ki, verdiği herşeyi geri alıyordu ve müebbet yatan gene sendin. tek kişilik hücrende vestiyerde yalnızlığın vardı, aşkı askıya almıştın.