Ægroto dum anima est, spes est. (Erasmus, Adages, 2.4.12)

26 Temmuz 2010 Pazartesi

celladıma gülümserken

7/26/2010 06:16:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments
konuş dedin bana;

- dünya çirkin bir yer. i̇nsanlar ölüyor. bazıları açlık çekiyorlar ve bazıları aşağılık.
niçin bunları sana anlattığımı merak ediyorsundur şu anda. çünkü dünya senin düşündüğün kadar çirkin değil. verilen sevgilerde bir sorun yok, kalbinde bir sorun yok, ama yine de ilişkiler acı verici. gözündeki bandajları çıkarttığında her şey parlak ve ışıltılı olacak demiyorum. ama dünyada sevgiye benzeyen ama sevgi olmayan duygular, bu kalplerde işlenemiyor ne yazık ki. bazıları bunlarla mutlu olabiliyor, ama doğru şekilde değil. sevebiliyorsun ve acı çekebiliyorsun ama donuk ya da sisli, ya da renksiz oluyor tüm bunlar. pek bilmiyorum ben de aslında. tek bildiğim gerçek aşkın, ilişkilerin olduğu gibi yaşanmadığı. kendiniz gibi olmaya başladığınızda, her şeyin güzel olması gibi bir garanti veremiyorum. en azından hissettikleriniz gerçek olacak. olması gerektiği gibi olacak.

duruyoruz. öylece birbirimize bakıyoruz. senin ellerin titriyor, benim ağzım kurumuş. sen suçlusun. ben hatalıyım. sen aslında haklısın, ama ben seni seviyorum. 

22 Temmuz 2010 Perşembe

bir kadına aramızda kalsın diyerek gönül vermek

7/22/2010 01:06:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic No comments


bir varken bir yok oldu, i̇şte dünyamızın işleri. - cahit külebi.

koşmuyorum. uyumuyorum. bu ikisinden birini yapmayalı ne kadar uzun zaman geçtiğini ayırdedemeyecek kadar yorulmuştum; uyumak ve koşmaktan. üşümemein nedeninin de durmasından olduğunu anlayamamıştım, üşüme hissi duyuşunu bile yadırgamıştım neden sonra. soğuk olmaya alışığım.
yavaşça, sadece gözlerimi oynatarak etrafımı incelemeye başladım. sürekli geldiğim yerdeydim. bir kadına bakakaldığını farkettim, yan masadan kalkan insanların çıkardığı gürültüden.

daha ilk defa gördüğü bir kadından hoşlanmış olamazdım. kafede bana bakan yoktu. tekrar o tarafa baktım. gerçekten güzeldi. o an aklıma gelen ilk şeyi yaptım. kalktım ve tam karşısındaki sandalyeye oturdum.

- senden hoşlanıyorum.
- abartıyorsun.
- senden hoşlanmanın neresini abartabilirim ki?
- olmaz.

arkamı döndüm ve gittim. verecek bir cevabı yoktu. sigara yaktım ve bir çay istedim. çay sıcak ve tatsızdı, iki belki üç saatlikti muhtemelen. zorlayarak bitirdim. geri döndüm, kitap okuyordu sessizce:

- aramızda kalsa...
- ne aramızda kalacak?
- senden hoşlandığım.
- olur. şimdi git...

bunda yalnız değildi tabi ki. camdan sokaklarda gezen insanları izledi. sokağın bir kenarında duran aç, yalnız, kimsesiz adamlar, kadınlar, sokakta annesi için bağıran çocuklar. sadece onlar aç değildi, zengin, pahalı kıyafetli güzel kadınlar ve yakışıklı erkeklerin gözlerinin içinde de açlık vardı. ama onlar yemek değil, arkadaş, aşk, sevgi arıyorlardı. o bulmuştu, aramızda kalsın diyerek bir kadına gönül vermişti. sürekli buraya gelirdi o akdın zaten. gene görüşeceklerdi mutlaka. hesabı ödeyip dışarı çıktı. arkasından bakan kadını farketmedi. arkasından konuştuklarını da duymadı:

- garip bi çocuktu ya.
- kim garip değilken çocuktu ki?
- diyosun.
- kim çocuk değilken garipti ki diyim o zaman?
- entelim benim, git bi çay söyle hadi. büyük laf etmeyi pek seviyor bu gençlik de.
- hadi canım sen de, solunda 2 olunca yaşının büyüdün sanıcak gören de.
- taze legal olan biri mi diyor bunu?

gülüşerek giden garip çocuğun ardından birer winston yaktılar. en azından mekan sahibi öyle dedi.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Senden Olan Şiiri Düşürebilmek

7/14/2010 07:14:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic No comments

bir başka ben sordu: sen hiç dört nala şiirler yazdın mı başın ellerinin arasındayken?
- denedim yazamadım, sen yazdın mı?
- ben karagöz öldükten sonra yazamadım. anca kafiyeli ve bol "ve" li satırlar yazabiliyorum.

işte böyle. gelgelelim benim sana yazdığım şiirleri çok az kişi beğeniyor. düşlerimde bile günahkarım.

her gün yeni bir operasyon yüreğimde, düş, daha derine in, kaybol. bekliyorum, birisi çıkarsın diye beni buradan. hatta bayrak sallıyorum. hava ısındığında burası da ısınıyor. kronometreye bastım. buradan çıkınca seni yaşlanmış görmek istemiyorum.

örümcekleri aradım. ben de onlarla gizlenmek istiyordum, gelmediler. onlara katılmalıyım. amaçsızca ama gururla arabaların peşinden, ölüm tehlikesini düşünmeden. ölmek ne ki? hayat amaçsızca yaşanmamalı. her an ölüm tehlikesinin varlığıyla ama onu düşünmeden ve çoğunlukla birisinin üzerinize basmasını bekleyerek geçirilen bir süreçtin sen.

aynı şarkıyı söylemiyoruz.

yaşadığının ve algılandığının farkına varan, bundan mutluluk duyan şiirler istiyorum. başka hiçbir şey istemeyen. örümcekler benim dostlarım, ancak insanlığı bir kez tattım artık. geri dönmem. dağlarda ve yeşilde huzur bulmam mümkün değil. elinizi tutuyorum her fırsatta, düşünecek hiçbir şey yok. gülümsüyoruz.

birisiydi, beni uyanık tutan bütün gece, ama açık gözlerle. sen sıkılır ve gülerdin. mutlu olan bir başkası gibi.

birisiydi, beni uyutan bütün gün, ama açık gözlerle. daha çok gülerlerdi bana. ama seni en çok ben sevdim. kandırdım seni.

huzurun altında dinginliğin derinlerinde mavi bir satır var aslında. çan seslerini duyduça iliklerime kadar hissettiğim bir şairin ölümü var kanımda. aklanamaz nedenler arasında bir başka benin çığlığını duyuyorum bazı geceler, her hücresinden sen fışkırıyor ve inliyor.

ölümüne üzülmeyeceğim, can çekişmen bitse artık. bazen sokaklara çıkıp avlamak geliyor içimden kime yazıldığı belli olmayan satırları. dönüp dolaşıp kendime geliyorum, karnında kocaman bir tümör konuşuyor. resmen kulaklarımı tıkıyorum. bebek sesleri beyin hücrelerimi zedelerken duvardaki resmin karnını tekmeliyorum.

içimde senden olan şiiri düşürebileyim diye.

karşıda ışıklar yanıp sönüyor. kahve ve tütün sonrası bedenen uzak ve aklımca seninim. gözlerimde suyun şafağı ve günbatımları.

dudakların değil gerdanın değil, bu hikaye bir kafein meselesi.

ikinci tekil şahsın karaciğerinden bir kadın: kara gözlü, karakaşlı, kara saçlı. intizar ömrü avare manidar kâmil insan, rüçhan bir inziva.

muhteviyatı yek mecazî, kalemden gelme. elindeki sevgi nispi, onun muhteviyatı kısmî.

nevâ inzivadan haykıran fezalara aşk-ı berhaneyi taşıdım! muhtevîyim; lal mi oldu elem-i aşk hazanda? yok mu bana bir devâ! lisan-ı halim müspet, ervahim iki büklüm...

söyle neydi bugünün derdi tasası neydi ve insanlık niye kendine yenik düştü böylesine? güvendiğin sevginin, böbürlendiğin gözlerin ve ipek saçların ve ne kaldı geriye bir anlık öfkede? yeniksin, zayıfsın, acıklısın, insansın, bensin, hiç birşeysin. hiçbir bakışın zafer değil ve sen bunu içten içe bilirsin. oyununu oynarsın, oynamazsan yer yoktur. bilirsin. tüm atasözleri deyimler ve vecizler, yalanlarla dolanlarla dandirik şarkılarla tekerlemelerle ve onlar bile bazen daha anlamlı..

anılarda kalmak başarıysa, tarihe gömülüp kalmaktan başka bir nane yiyemezsin. böyle başarının da içine etmek istersin, edemezsin çünkü senin organik vücudunu çoktan böcekler yemiştir. söz uçar yazı kalır ya hani. sen öyle san. dışlanırsın, itilir kakılırsın, küsülürsün, küçülürsün, küçülür minnacık kalırsın. çünkü küçüksün. çünkü insansın. bunu içten içe hep bilirsin.

bir şeyler karalayıp ardından yırtıp attığım kağıt parçaları var. olmasın. adımlarımı bir ileri, iki geri atmak yerine artık saymayı bırakmalıyım.. fikirlere yön tayin etmek, çayı sütle içmeye çalışmak kadar gereksiz görünüyor. belki de bu yüzden bir oltayla atıyorum kelimeleri suya, hedefi olmayan bir akıntıya kapılıyorlar. öyle. kulağımda ''rastgele'' diyecek bir sesin yankısına olan bekleyiş, daha çok sürer.

hayatımda hiç olmadığım kadar mutsuz ve huzursuzum. bu huzursuzluk sessizliği yırtarcasına öten mekanik bir horoz sesiyle aniden bitiveriyor. uyanıyorum. senden olan şiir düşüyor. güneş yükseliyor.

saplanan güneş ışığı omzumda, kemiklerime ve kelimelerime işliyor, kanım can olsun senden olan düşürdüğüm şiire, renk veriyor ellerine.. 

2 Temmuz 2010 Cuma

gazoz ve yara bandı lazım

7/02/2010 12:36:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic No comments
ansızın tarifsiz gelirdin ya, o zaman sormaya yüzüm yoktu sana.

ben seni izlerdim sen ip atlarken, sen bana bakmazdın. ben çeker giderdim oradan. sokak lambasının loş ışığında sigara içtin mi hiç? içmemişsindir sen. ben içtim, mavi olur o zaman duman. onun içinden seni izledim. gözlerin anlatmıyordu herşeyi. simsiyahtı çünkü. baktıkça kaybolurdum.

binlerce garip akşam yaşadım senin sokağında. aralığın sonlarında üşüttüğüm zamanlar ateşim yükselirdi. annem bilmediği bir kızın adını duymak zorunda kalırdı. gözlerim kapalıyken bile seni aradı dilim.

keskin soğuklarda evden dışarı çıkmama izin vermezdi annem. pencereden firar ederdim o zaman ayağım çıplak. sen camdan sokağı izlemeyi severdin, ben de köşeden seni izlemeyi. ayaklarım uyuşurdu soğuktan, annem bulurdu beni, elinde soba kovasıyla. simsiyah elleriyle tokat atıp, kulağımdan sürüklerdi beni. yere bakardım ben utancımdan, sen gökyüzüne bakardın.

bir mektup yazdım, aslında sadece şiir olsa da mektuptu işte. zarfa da koymuştum üstelik. sokaktan en yakın arkadaşımı çağırdım.

- şu mektubu versene gözde'ye...
- sen ver lan. ben niye veriyorum...
- elim ayağım dolaşıyor benim. hadi lan. bir hafta kaleye geçerim maçlarda.
- evini göster. kaleye de geççen değil mi?
- gerçekten olum. tamam hadi gel..

evinin önünde arkadaşlarınla oturuyordun. mektubu uzatınca bir tokat attın ya, tüm umutlarım tükenmişti. arkadaşım sersemlese de mektubu bıraktı oraya. yanıma geldi:

- umarım bu kız için değer dedi. iki hafta kaledesin. diğer hafta tokat için.
- tamam. dedim.

akşama kadar o köşeden izledim sizi. sonra yanındakiler gitti evlerine. annen pencereden eve çağırdı. etrafına baktıktan sonra mektubumu aldın. anlamsız bir sevinç kapladı içimi.

ertesi gün ve ondan sonraki günler mektup bekledim hep senden. bir daha evinin önüne gitmedim kendimi açık etmemek için. bir hafta sonra dayanamayıp gittiğimde gördüm seni başka biriyle. mahalle takımından bir çocuktu. elimi yumruk yapıp o tarafa hareketlendim. biri dokundu sırtıma. bizim sınıftan bir kızdı. elindeki kağıdı bana verip uzaklaştı oradan. aklımda binlerce soru vardı sağ elim yumruk şeklindeyken.

elimdeki kağıtla bir süre yürüdükten sonra meliha ablanın bahçe duvarına oturdum. mektubu okudum. bir defa daha okudum. sonra bir defa daha. inanamıyordum. sadece duvarlar ağlıyor diyordu ve ben aval aval bakıyordum.

ertesi gün okulda gördüm mektubu veren kızı. beni görmesiyle kaçması bir oldu sınıfa doğru. yavaş yavaş sınıfa geçmek üzereyken tam karşımdan koşarak gelen çocuk bana bir tokat attı. sendeleyip düştüm. bizim mahalledeki çocuktu bu. erkan. birşey yapmıyor ve sorularına cevap vermiyordum. öfkelenip karnıma, bacaklarıma ve yüzüme vurmaya başladı. sınıf öğretmenim erkanı üzerimden aldı.ben sessizce sınıfa geçtim. kaşım açılmıştı.

bana mektup veren kızın da dahil olduğu bir grup ağlıyordu. erkan en arkadaki sırasına geçmişti. hocaya erkandan şikayetçi olmadığımı söyledim. cevabî bir mektup yazdım diğer kıza. bu sefer kendim teslim ettim. pencereden dışarıyı seyrederek günü bitirdim.

okul çıkışı erkan peşimdeydi. kavga çıkacak gibiydi. bu sefer karşı duracaktım.

- baksana, dedi.
- efendim dedim.
- gözdeyi seviyorsun değil mi?
- evet.
- taşındılar dün.
- ...
- sinirlendim ben de. sen ona mektup göndermiştin. sinirimi senden çıkardım başka kimse olmayınca.
- gazoz ve yara bandı lazım. paran var mı?
- var. bakkaldan alayım ben.

kaşımı bantladık ve gazozları alıp meliha ablanın bahçe duvarına oturduk. gün sona ererken erkan omzumu yumruklayarak:

- neden?
- bilmem.
- seviyordum onu.
- ben şiir bile yazdım.

gittikçe sessizleşti sokak. hava soğudu. akşam ezanı okundu. sen gideli bir gün olmuştu.

bugün tekrar baktım eski fen bilgisi defterime. gittiğin günden sonra ders notu yoktu. ondan sonra söz vermiştim kendime: "hiç vicdan azabı duymamalıyım. beni sevdiğini unutmalıyım ne önemsiz şey! bir an olsun sevmek gibi bir hataya düşmemeliyim, tüm oyun bozulur, yaralayarak unutma oyunu bu." diye.

tutamadım. pişman değilim.