sahilde ufka karşı oturuken bir bankta, elimde olmadan kollarımı önüme doğru bağlıyorum, istediğiniz kadar gelin üzerime dalgalar der gibi. rüzgar daha sert esmeye başlıyor ben böyle yapınca, daha da sarılıyorum montuma, inatla izlemek istiyorum güneşin batışını ve şehrin kızıllığın arından karanlığa bürünmesini, yanan sokak lambalarının ortama ayak uydurma çabasını görmek istiyorum.
yanımdan geçen bir çocuğu çeviriyorum:
- bana balık-ekmek alsana şuradan...
- tamam abi, diyor ve elimden alıyor parayı sakince, kendisine yaptırıp geri dönüyor.
onun ekmeğinde soğan var, ben çiğ soğan yemedim hiç, hayatım boyunca. yanıma oturuyor ve bank o an duygu kapasitesi açısından doluyor. soğuktan çatlamış dudaklara ve neredeyse dökülecek derecede çürük olan dişlere sahip olduğumu olduğumu unutup ekmeğimi yiyorum. o benden yavaş, olsun. küçük bir çocuk yemek yerken birçok şeyden daha ilginçtir: duruşunu, aklından geçenleri, ellerinin üşüyüşünü ve sizin ona baktığınızı hissedebilir ve tüm bunları yemek yerken, gözlerini belli bir noktadan ayırmadan yapar.
güneş ufku kızıla boyarken, çantasından bir resim defteri çıkarıyor çocuk, başka birşey yok zaten kendi boyundaki çantasında, bir de kalem çıkarıyor. dizlerinin üzerinde koyduğu deftere çizmeye başlıyor şehrin silüetini, önündeki parmaklardan başlayarak.
ben de çıkarıyorum not defterimi, önce başlık atmaya çalışıyorum, birçok yazı yazan kişinin aksine. yazının gidişatına göre isim vermek bana göre değil çünkü, attığım başlık çerçevesinde yazmak daha rahat, konudan konuya atlayan bir yazarsanız eğer. başlığımı atıyorum, ve ben yazmaya, o çizmeye başlıyor artık. üçümüz arasında gizli bir sözleşme var sanki, o resmini gün batana kadar tamamlayacak, ben yazımı gün batana kadar yazacağım ve şehir bize poz verecek kıpırdamadan.
yaznımda duran çocuğu anlatıyorum yazımda, ama ona hiç bakmadan, hissediyorum kağıda attığı her çizikten sonra ruhunu çünkü. o da hissediyor muhtemelen, çocuklar tüm samimiyetsizlikleri hisseder çünkü. silüet kızıla boyanırken, vaktimizin azaldığını hissediyorum, dalgalar sakinleşti ve otobüsler arttı, araba zırıltıları arasında şehirin sesini duyamaz olduk çünkü. kansızlık için kullandığım haplardan birini atıyorum ağzıma, daynılmaz bir metal hissi uyanıyor geçtiği her yerde. umursamadan yazmaya devam ediyorum, son paragrafa yaklaşırken, yanımda duran çocuğunda artık gölgelendirmeye geçtiğini görüyorum, senkronizasyon böyle birşey demekki.
artık silüet tamamen kızlken ikimiz de kafamızı kaldırıp ufka doğru bakıyoruz, martıların sesi ve vapurların sesi birbirine giriyor, defterimi kapatıp cebime koyuyorum, çocuk da defterini koyuyor kocaman çantasına, saat tikliyor, arkamdaki camiden bir ezan sesi yükseliyor, cemaate yetişmek için koşan insanları hissediyorum, evine yetişmek için koşan insanlar hissediyorum, kardeşinin elinden tutup evine giden abiyi hissediyorum, eşinin mezarı başında ağlayan insanları hissediyorum..
elimde olmadan çocuğun elinden tutup kalkıyorum oturduğum banktan; insan yattığı kişiyle değil unutamadığı kişiyle uyanırmış diyen insana hak veriyorum, ikindinin usulca terkettiği kentte...
0 yorum:
Yorum Gönder