mevlana başkaydı.
etrafındaki onca turiste ve görevliye aldırmadan kendi etrafında dönerek bakıyordu, mevlananın yattığı yere. bir tarafta betonarme binalar geliyordu gözünün önüne, bir tarafta yeşil kubbe, onun önünde eski yapıtlar, sürekli dönüyordu, ta ki, birkaç turist onu durdurup fotograflarını çekemesini isteyene kadar. fotografı çekti ve nazik bir şekilde veda etti, avluya girme vakti gelmişti. heyecanını zor bela bastırarak kalabalığın içine karıştı, ödemeyi yaptı ve içeri girdi.
çıkmaz yollarına saplandığı onca farklı sevgiden, sevgiliden sonra, sonunda gerçek aşkı bulmuş mevlana'nın mekanındaydı. sanki derinlerden mistik bir ney sesi geliyordu, ama nerden geldiğini bulamadı bir türlü ve aramaktan vazgeçti. duvarların üzerindeki hat'ları tek tek inceledi, hepi ayrı bir aşkla yapılmıştı, dünyevi bir değerle ölçülemezdi şu elif mesela, ya da şu vav harfindeki hüzün; şairlerin anlattığından farklıydı, şu lam elif; yazarların anlattığından daha fazla anlatıyordu aşkı sanki. ellerini dokunamasa bile hissediyordu sanki yapılışlarını: yan odadan gelen bir ney sesi, bunun dışında hiç bir sese yer olmayan bir mekan, sadece bir camdan giren ışık, yere saçılmış boyalar, ellerine bulaşmış bıyayla çalışan sakallı bir hattat, evet böyle olmalıydı...
kendine ne boş geliyordu, yazdığı şiirler, gerçek bile olmayan, olamayacak olan sevgiler için yazdığı. yazılan onlarca satırın leyladan mevlaya olması gerekirken, leyladan öteye gidememesi ne çok yaralıyordu onu. umudu vardı artık, gerçek aşkı, kendine dönen bir semazen gibi kollarını açarak mevlaya, dönecekti, onun aşkıyla şarhoş olana denk, o'na bir türlü edemediği duaları edecekti, kapanan gözlerini açacaktı...
yeşil türbeye girdiğinde, daha farklı oldu sanki herşey, hava birden sıktı ruhunu, boynu büküldü ama pes etmedi. türbelere çaput bağlamazdı, ama bunu mevlanaya, pîr'e yapılan bir ziyaretti bu. aşk'ın nereye getirdiğini görmekti aslında amacı, pîr bile olsan dünya sana kalmıyordu işte, gelenler onu anlamaktan acizdi, ney'i anlamaktan acizdi, hat'ı anlamaktan acizdi gelenler, aşkı nasıl anlasınlardı? arayışı nasıl bilebilirlerdi ki? uzaktı veda sözleri pîrin mekanını terkederken, geleceğim dedi gene.
tekrardan çıktığında avluya, kimsecikler yoktu, etrafında dönmeye başladı, birisini görmek için, bir çift göz aradı. güneş kızıla çalıyordu ama daha akşam olmasına çok vardı, dönmeye başladı, güneşi arıyordu bu sefer ama o da yoktu semada... bu kızıllığa ve kimsesizliğe, bir de ney sesi eşlik ediyordu şimdi, onu aramak için dönmeye başladı ama bulamıyordu geldiği sesi. çıldıracak gibiydi, beynindeki damarlar patlarcasına şişmişti, ellerini açabildiği kadar açtı ve dönmeye başladı. kızıllık dağılmaya başladı böyle yapınca, yavaş yavaş beyaz bir ışıkbile geliyor denebilirdiaslında, neyin sesi de daha derinden geliyordu şimdi, dönmeye devam etti, hafiften bir esinti vardı şimdi kulaklarında, ne güzel, terini alıyordu ve neyle müthiş bir uyumu vardı. hafifliyordu sanki, elleri acıyordu ama ve dua etmeye başladı:
"
Rabbim;
bütün günahlarıma tövbe ediyorum, senden başka olana yüz çevirdim.
şüphesiz en herşeye kadirsin, beni senin yolun üzerine eyle.
sen rahmansın rabbim, ben senin bir aciz kulunum, günahlarıma tövbe ediyorum...
ellerimi senden başkasına açmadım rabbim, günahlarım için af dileniyorum...
şüphesiz ancak sen affedersin beni...
ben senin kapındaki tokmağın üzerindeki toz değilim...
affına geldim, ellerimi açtım rabb!
"
dedi ve bayıldı. etrafındaki onca insanı farketmemişti, ve dönmeye başlamıştı ve dua etmişti, herkes şaşkındı ama kimse müdahale etmemişti ona. kimse de yaklaşamıyordu, ak sakallı bir dede, şalvarı ve takkesiyle yavaş yavaş girdi kapıdan, eğildi yüzüne doğru, ıslak mediliyle sildi yüzünü ve uyandı adam. dede önde, kendine dönen semazen arkada, avluyu terkettiler...
0 yorum:
Yorum Gönder