istediği çay geldi. hava da biraz rüzgar vardı, ikindi namazından çıkan müslümanlarla doldu sokak. herkes çucuk içen bu adama bakışlarını çevirdi kısa bir süreliğine. sonra unuttular, şehrin arasına şerbetin içinde kaybolan şeker gibi karıştı. her zaman ki gibi. "kitleler unutkandır, iyi ki öyle."
elindeki yazıya bakıyordu. yıllardan sonra, bekleyişlerinin ödülüydü bu. konumunu kullanıp ondan haber almıştı. ama içeriği, geçen zamanlarda neler kaybettiğini gösteren bir manifestoydu sanki. iki kere savaş olmuş, bir kez evlenmenin kıyısından dönmüş, şimdi ise şah'ın kendisiyle evlenmek için yola çıkmıştı. evet bir ödüldü bu. kendini tamamlanmış hissediyordu yıllardan sonra. yazıyı okurken bir an bile umuda kaptırmamıştı kendisini.
elindeki bardağı salladı hancıya. hancı bin bir hürmet ile elindeki bardağı aldı. soru sormayan ve konuşmayan insanlar iyiydi. etrafta bir yerlerde tef çalan bir dilenci olmalıydı. anlaşılmaz gelen sesi ritmi tamamlıyordu. müzik farklıydı ama hayatı adamak için düşük bir yoldu onun için. bilgi gücü getirir diye düşündü. sonra güldü. üstündeki yıllanmış elbiseleriyle bunu söylemesi biraz garipti. ama güçten ne kastettiğinize bağlı diye çıkıştı kendi kendine. sonra mutluluk nedir diye sordu aynı ses ve cevabı mırıldandı: "istirâhatü'n-nefs fi'l-ye's".
kolay değildi. ayaklarını sürüye sürüye yürümeye başladı. çok gereksiz ve bir o kadar da can sıkıcı bir formalite için şahla görüşmesi gerekti. üstleri çenelerini tutamamıştı anlaşılan. yağmur çiselemeye başladı. kukuletasını çıkardı. nem ve sıcak zeminden yükselen serinlik tüm vücudunu sardı. bir süre sonra hızlansa da, daha sonra belli bir hızda devam etti yağmur. bilerek yolunu uzatarak devam ediyordu saraya doğru.
hala bir umudu var mıydı. hala ondan bir ley bekliyor muydu? kendi kendine soru sormayı azaltmıştı, ebu davud'dan sonra. o kendisine sorabileceği hemen hemen tüm soruları cevaplamıştı ve ayrılmıştı yanından. şimdi o da şahın yanındaydı. onu görünce soracağı bir kaç soru olacaktı mutlaka. gerçi o sormadan cevaplardı ama olsun. asıl şaha nasıl cevaplar vermesi gerektiğini düşünüyordu ki kendisine geldi muhafızların sesiyle:
- kimsin? nereye gittiğini sanıyorsun çapulcu?
- şah beni çağırmış. buma* deyin.
- bekle çapulcu.
kısa bir süre sonra geri dönen asker, özür diledive yolundan çekildi. iç havuzda kuşlar ve etrafta lüzumsuz aristokratlar vardı. kiminin elinde okumadığı kitaplar, kimi ise peçeli kızlara kur yapıyordu. giriş kapısına en kısa sürede gidecek bir rota çizse de bu tüm bakışların ona çevrilmesine engel olmamıştı. saçlarından hala su damlıyordu ve üstü başı çok iyi durumda değildi. adımlarının temposunu artırmadan ve yüzü ileriye dönük bir şekilde yürümeye devam etti. giriş kapısındaki askerlerden birini tanıyordu. çantasını almak ve üstünü aramak isteyen diğer askere döndü bu yüzden.
- elini çek.
- üstündekileri teslim etmek zorundasın.
- ...
onu tanıyan asker söze girdi:
- yeni. kusuruna bakma buma. geçebilirsin.
diğer askerin şaşkın bakışlarının altında içeri girdi. her yerde şilteler, yiyecekler ve kadınlar vardı. ebu ali ise şah'ın hemen dibindeydi, sohbet ediyordu. şaha doğru ilerlemeye devam etti. müzik devam ederken insanların sesinin artık kesildiğini farketti. yürümeye devam ediyordu, içerisi ağır şekilde parfüm kokuyordu. bu bölgede kadınlar saçlarına dahi kou sürdükleri için dayanılmaz bir hal almıştı içerisi. boğazını biraz rahatlamak için elbisesinin üst kısmını açtı ve devam etti.
sonra durdu. işte burası eğilmesi ve isminin anons edileceği yerdi. nihayet eğildi, şah'ın arkasındaki katip kılıklılardan biri ayağa kalktı. buma demesi için her şeyini verebilirdi ama öyle olmadı:
- yehud ibni hasan el-rey'i. yedinci varis.
salondaki müzik de kesilirken yavaşça doğruldu ve ekledi:
- varis değil. tahttaki haklarımdan 14 sene önce feragat etmiştim.
* buma: (ar.) baykuş.
0 yorum:
Yorum Gönder